CEMAL KARABAŞ

CEMAL KARABAŞ

ABDESTİMİ ALDIM...

Abdestimi aldım. Traşımı oldum. Ütülü gömleklerimden birini giydim. Aynanın karşısında geçip  son rötüşlerimi yaptım. Yorgun çehreme  dinamik ve karizmatik bir anlam vermeye çalıştım.  Oy verme gününün anlam ve önemine binaen işi resmiyete döktüm;  kravat taktım. Her gün giydiğim potur kundurama bir tekme atıp   özel günler için kullandığım kunduramı giyip   dışarı çıktım.

Dışarı çıkınca birden bire özgürlüğün, serbest iradenin rüzgarı yüzüme çarptı. “Yaşasın bahar;  yaşasın 16 Nisan ;  nihayet söz bana düştü” dedim içimden.

Tarihi semtin  havası sakin   güneşli ve ılık...Herkes sakin, birlik ve beraberlik içinde  sokağa inmiş...

Sokakta ileri geri konuşmalar yok... Herkes sabırla beklemiş bugün de sokağa inmiş,  akın akın okullara, sandıklara  koşuyor.

Ekseriyeti hayırcı olan bu eski Osmanlı  semtinin tek İslamcı (!) hayırcısı Trabzonlu bakkal yok ortada. Karartısı da, cübbesi de,  sakalı da , takkesi de, şalvarı da  ortalıkta görünmüyor. Bu  hastalıklı oğlan, biraz problemli. Havale geçirmiş birine benziyor...Bu genç bakkal , dükkanın kuytu köşesine koyduğu pc.nin başında    ibretli alemleri seyrederken içi geçmiş olabilir, diye düşündüm.

Dört fakülteyi bitirip haftanın pazartesini ücretsiz olarak  sahipsiz  fakir ve özürlünün el ayak tırnak  bakımına  tahsis ettiğini beyan eden    kuaför bayan  (A) ‘’nın mekanı açıktı. 

Kapısını tıklatıp “kolay gelsin“ demek içimden gelmedi. Zira bu bayana yaptığı işin her türlü takdirin üzerinde olduğunu bildirmeme, zaman zaman  “kolay gelsin “ temennilerime rağmen  başını çevirip nezaketen de olsa bir “ sağolunuz ”demedi. 

Hatta son kez, dükkanını önünden geçerken;  “sayın hanımefendi, lütfedip tenezzül ediniz, başınızı çeviriniz ; biri size iyi dileklerini iletiyor !..” şeklinde bir görgü kuralını hatırlatıp geçtiğimde başını şöyle bir çevirmekle yetindi.

Şimdilerde artık eski İstanbul beylerine, beyefendilerine, hanımlarına hanımefendilerine  pek rastlanmıyor.

Yürüye yürüye semtimizin meşhur parkına indim. Büfeciden sandık adresini sordum. Pek basitmiş. 

Okuldan içeri girdiğimde biraz sıkıldım. Okulların geleneksel baskıcı otoriter, soğuk havası beni hep tedirgin etmiştir. 

Ellerinde ince kızılcık sopalarıyla gezen , kulak buran,  orkestra sopasıyla kabak kafalara tak tak vuran öğretmenleri unutmadık. Charles Dickens'in Oliver  Twist’indeki  otoriter okul havasını az teneffüs etmedim. 

Hatta, çok iyi hatırlıyorum; yoksul ama çalışkan, namuslu, vakur  iyi niyetli bir işçiye vardı. Okumamış işçi olmuştu. Okuyanlara öğretmene büyük saygısı vardı. Öğretmen, başı yerde öğrenci velisini baştan aşağı küçümseyerek süzüp “ alın götürün bu geri zekâlı çocuğunuzu  , bunun okuyacağı yok. Devamlı ağlıyor..” demişti.  

Zavallı işçi fabrika elbisesinin yakasına gözyaşlarına silip çocuğunu elinden tutup eve götürmüştü.

Gerçi çocuk ateşli bir havale geçirmişti kabul...Hatta biraz zihninde iz bırakmıştı kimse inkar edemez...Ancak eğitilebilir, topluma kazandırılabilir  bir çocuktu. Bir okul bu zahmete girmedi. Bir insanın hayatını böyle mahvetti.

Bir çok öğretmen bu okullarda  sıfat ve statüsünü kötüye kullanarak  koparırcasına kulak çekmiş,  minik tombul suratlara şamar vurmuş , kızılcık sopalarıyla parmak uçlarını kanatmış ruhu bozuk adamlardı. Geldikleri sistem onları öyle eğitmişti çünkü.

Sonuçta bu çocuklar topluma giremediler. Anneleri babaları tarafından  sonuna kadar sevildiler, ancak sevilmek yetmiyordu...

O yüzden okulların havası bana hep sıkıcı gelmiştir. Cumhuriyetin eğitim sistemi bu yüzden bana hep sorunlu gelmiştir.  Bu satırları yazarken henüz sandıklar açılmadı. Ben dinamik bir anayasaya başlangıç için “evet” dedim... 

Yüreğimden gelen sesle mühürü olanca hiddetimle pusulaya bastım; sonra nedense  birden duygulandım, şurada boğazımda bir şey düğümlenir gibi oldu. Ağlamamak için kendimi okuldan dışarıya zor attım. 

<