Mezarlıklar Geçmişin Kimliğidir
Mezarlıklar Geçmişin Kimliğidir
Tuzla mezarlığı İstanbul’un denize nazır ender mezarlıklarından biri.
Bir bölümünü 1952-1960 dönemi belde belediye başkanı İbrahim Yenen’nin büyük dedesi Galip Ağa’nın bağışladığı mezarlıkta aralarında en eski mezarın -271 yıllık- taundan (veba) 1754 yılında ölen Dergah İbrahim’in mezarının da olduğu bölüm yavaş yavaş talan ediliyor.
Bu mezarlar yeni mezar yerleri için bozuluyor; baş taşları sökülüp atılıyor. Bu bir çeşit vandalizm ve bu vandalizme başta yetkililer ve STK’ler, herkes sessiz kalıyor.
Mezarlıkta 1936 yılında müstakil belediye olan Tuzla’nın ilk belediye başkanı Kılkış mübadili Kemal Sardoğanlı’yla mübadelede Kavala, Kılkış ve Drama mübadillerinin kanaat önderleri; Hüseyin (Kallek) Kahya, Molla Ali (Kılıç) İbiş Ağa’yla (İbrahim İş) mübadele öncesinde Türklerin kanaat önderi Mehmet (Yenen) Ağa’nın mezarları var.
Geçenlerde mezarlığı dolaşırken Mehmet Yenen’in dedesi Galip Ağa’nın mezarının baş taşını buldum.
Baş taşında şöyle yazıyor: “ey zair-i mütehayyir bu merkez-i sükûndan / ..... süratle geçme âlâmını / terk ile allahına kavuşan / ve senden ancak bir fatiha bekleyen / galip ağazade ibrahim efendinin / ruhununu lütfunla şâd eyle / rızaen lillahi fatiha * sene 1340 (1924)
Kısacası, mezarlıklar geçmişimizin kimlik belgesidir.
O mezarlıklarda yaşadığımız yerin tarihi kadar aile tarihlerimiz de saklıdır.
Ama ne yazık ki Tuzla Mezarlığı’nda da o tarihi koruyamıyoruz.
“ÇULSUZ”U TAKDİMİMDİR
Altı yıl kadar oluyor. Mezarlıkta dolaştığım bir gündü. Uzaktan beyazlamış saçı omuzlarında, kırçıl sakalı epeyce uzamış, kılığı kıyafeti pek yerinde olmayan birinin beni izlediğini fark ettim. Bir aile büyüğümün kabri başında dua ederken yanıma geldi. Duamı bitirir bitirmez “Ateşle iki onluk, Mevla dualarını kabul etsin.” dedi. İrkildim. Allah duamı parayla mı kabul edecek diye düşünüyordum ki, “Bırak bu Ali Cengiz düşüncelerini. İki onluğu ateşle de kaybolayım.” dedi. 20 lirayı verdim. Alırken, elime bir kağıt parçası tutuşturdu ve dediği gibi koşar adımlara yanımdan uzaklaştı ve kayboldu. Buruşuk kağıdı açtım. Kargacık burgacık harflerle şöyle yazıyordu: “Sabahı olmayan gece yoktur. Yeter ki sen geceyi hoş gör…”
İmza olarak da ÇULSUZ yazmıştı.
Doğru. Geceyi sıkıntılı geçirmiş, sabah zor etmiştim.
O günden bugüne Çulsuz’u Tuzla’da ummadığım zamanlarda ummadığım yerlerde görüyorum. O ilk günde olduğu gibi yine “Ateşle iki onluk kaybolayım.” diyor ve her seferinde elime bir kağıt parçası tutuşturuyor.
Yazdıklarında bir ikisini aktarayım:
Alın teri ekmek gibi mübarektir. Yere düşürme.
Alın yazın okuman için değil, yaşaman için yazıldı.
Kıskanabilirsin... Ama ağaç yerine meyveyi taşlama.
Feleğin sillesini yememiş tufeyli kendini Golyat zanneder.
Şuursuz fani. Her nefes alışında defterine bir çizik atılıyor, farkında mısın?
İki canlı çok tehlikelidir. Havucun peşinden koşturulan tavşan ve ihtirası aklının önüne geçen insan. İkisi de kendilerine engel olmak isteyenleri yıkar geçer.
Çulsuz’la her karşılaşmamızdan sonra aklıma hep Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın “Harabat ehlini hor görme zakir, defineye malik viraneler var.” sözü geliyor.
……..
Şey, tabi, evet, yani ve aynen…
Bir kuşak böyle anlaşıyor.
O kuşağın acemi TV muhabirleri de canlı yayanlarda “Olay işte tam bu noktada meydana geldi…” diye kestirip atıyor.
….
Sabah seher vakti ötme bülbül sus/Yanık yüreklerin derdini deşme/ Sakla yeni güne aşkın sır olsun/ Sabah seher vakti ötme bülbül sus.
Bu ne diyeceksiniz şimdi.
Şarkı sözü. Ben yazdım.
25 yıl önce Semahat Özdenses ve Rüştü Eriç sözlerimden üç şarkı bestelemiş, üçü de TRT repertuarına girmişti.
Bakarsın bunu da besteleyen biri çıkar.