M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

AÇLIĞI DOYURMAK (2)

Geriye dönüp kalp gözümüz ile tek tek bakalım her birimiz; 

Hatırlamaya, sarıp sarmalayarak saklamaya, sonra çıkarıp hatırlamaya değer veya bize hâlâ dokunan, aklımızda, kalbimizde, hikayemizde iz bırakan ne var yaşadıklarımız arasında? 

Bütün zamanımız artık bize hiçbir şey bırakmadan silinip giden şeylerle tükenip gidiyor ya da bunun tam da böyle olduğunu yediden yetmişe hepimiz biliyorken neden itiraz dahi etmiyoruz bu boşunalığa hiçbirimiz? 

Neden yaşadığımız hayata anlam katan; yaşadığımız dünyaya iz bırakan, içimize dokunan şeyleri yaşanamayacak bir hale getirdik ve hep beraber razı olduk bu çözülmeye?  Veya neden hâlâ seyirciyiz her şeyin bu kadar içsiz, içeriksiz, anlamsız, ezbere geçip gitmesine? 

Hissetmeyen, fark etmeyen, ayrıntıların peşine hiç düşmeyen, anlamaya, anlamlandırmaya gayret etmeyen, her şeyi daha anlamlı yaşamaktan korkan, gerçeği yaşamanın insanı incittiğine, yorduğuna, kırdığına, canını sıktığına, şu kör akıntının gerisinde bıraktığına inanan ve bütün bu korkularla kendi hayatından kaçan; gözünü ve kulağını tıkayan, vicdanını örten, kalbini kırk kilitle kilitleyen ve tüm bunları düşünmemek için her şeyi gürültüye boğan ve yazık ki varlık imtihanını kaybeden  bir toplum bu kadar kısa sürede nasıl çıktı ortaya?

Öyle ya dedelerimizden, babalarımızdan veya diğer büyüklerimizden duyduklarımıza eklenen kısmi yaşanmışlıklarımızla biliyoruz ki mahalleden okula, evden işe, çarşıdan mahkemeye kadar her alanda hayatımızı tanzim eden sabit iki referansımız vardı bizim ki bunlar bizim manevi dinamiklerimizin kolonları olan Kur'ân-ı Kerîm ve sünnet-i Nebevî idi. 

Evliyâsından eşkıyasına, işçisinden memuruna, çalışanından aylak aylak gezenine kadar tüm toplum bunların gölgesinde şekillenen bir mutabakata “eyvallah” diyerek gönül vermiştik. 

Bu gönül birliği içinde inandığımızla yaşadığımız birbiriyle çelişmiyordu, aklımızla kalbimiz, hâlimizle kâlimiz, içimizle dışımız birdi ve huzurluyduk.

Ancak sanayi devrimiyle ait olduğu ruha kavuşan batı, kapitalizmin en vahşi gömleğini giyip karşımıza dikildiğinde ne yapacağımızı bilemedik. Zamana, zemine, şarta, menfaâte göre değişim gösterebilen, kendisi değil, değişkenliği sabit ama tek gayesi hayata dair ne varsa tüketmek olan bu gömleği giyebilmemiz için bizim olanı vermemiz gerekiyordu.

Peki ne oldu?

Ne bu gömleği giymeye kalbimiz müsaade etti, ne de yaşadığımız o huzurlu, yokluk ama kanaat dolu yaşamımızı vermemeye aklımız yetti ve uzunca bir süre arafta kaldık. Çünkü kalbimiz, tecrübemiz, imanımız bize başka bir şey söylüyordu; okulumuz, çarşımız, evimiz ise başka bir şey fısıldıyordu. 

Bu fısıltılar hayatımızın içinde çoğaldıkça kendi doğrularını muhatabının yanlışlarıyla takas etmekte hiçbir mahzur görmeyen ve bu sayede ortada kendisi kalmayacak kadar başkalaşan bir grup ortaya çıktı. Bu grubun toplum içindeki ekonomik ağırlığı ile de kendi doğrularını kalbinde ve nisbeten hayatında muhafaza etmeye gayret eden ama bu gayrete karşılık muhatabının yanlışlığını bile bile yaşamaya mecbur kalan ikinci bir grup ortaya çıktı.

İlk kısım muhatabının dayatmaları ile dünyaya olan meyline hız verdi, vaad edilenin değil peşin olanın peşine düştü ve siyasetten ticarete, bürokrasiden medyaya kadar her sahada zoraki var oldu. 

Bu var oluşun bedeli, bizi biz yapan tüm maneviyatımızın yok edilmesiydi ve yazık ki seve seve ödendi bu bedel. 

Diğer kısım ise, inandığı ve yaşadığı arasındaki uçurumda mahzun bir tavır sahibi oldu veya bu puslu buhranda kalbini kısmen muhafaza ederken şahsiyetini yitirdi. 

Bu alışverişle birlikte savrulduk ve bu savrulmalarımız sürekli bir savunma doğurdu. Hem içimizdeki başkalarına hem bizi başkası olarak gören dışımızdakilere, hem de kendi iç dünyamıza gidişatımızı savunur hale geldik;

“Müslümanlar gerici değildir”, 

“Osmanlı kötü değildir”, 

“İslam terör dini değildir”, 

“Tesettürlü cahil değildir”

Sayısını binlere kadar çıkaracağımız bu benzeri savunma biçimleriyle başkalarına ne olmadığımızı tarif edelim derken kendimiz kim olduğumuzu unuttuk ve yazık ki kaybettiklerimizi bulalım derken kendimizi yitirdik.

Yokluğuna kahrolmamız gerekenlerin kısmi varlığına sevinme, varlığına isyan etmemiz gerekenlerin kısmî yokluğundan memnun olma devrini işte böyle yaşamaya başladık ve yaşamaya da devam ediyoruz.

Ne dersiniz? 

Sizce de tek sebep sahip olma hırsımız değil mi bugünkü doymaz bilmez açlığımıza?

(Bitti)

<