"ADEM"LİKTEN "ADAM"LIĞA… (1)
Günlerden bir gün şeytanın yolu bir köye düşmüş. Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş. Şeytan kadını epeyce izledikten sonra, yerinden kalkıp kazığa bağlı buzağının ipini biraz gevşetmiş.
Buzağı az ötede annesinin sütünün kovaya sağılmasını aç karnına izlemeye daha fazla dayanamamış, debelenmiş ve boynundaki ip çözülmüş. Koşarak annesini emmeye giden buzağı o hızla süt kovasını devirmiş. Sağdığı süt ziyan olunca sinirlenen genç kadın eline geçirdiği odunu buzağıya vurunca yavru yere yığılmış. Yavrusuna saldırılan inek kayıtsız kalamayıp bir tekmede kadını yere serip öldürmüş.
Uzaktan geçmekte olan kadının kayınpederi, ineğin gelinini öldürdüğünü sanıp ineği tüfekle vurmuş. Silah sesini duyan koca, karısını yerde cansız yatar, babasını da elinde tüfekle görünce silahını çekip babasını öldürmüş.
Kısa bir süre sonra gerçeği öğrenen genç adam bu kadar acıya dayanamayıp intihar etmiş. Bütün bu olayları bir kenardan izleyen şeytan:
“Ben ufak ufak savuşayım. Bu felaketi de bana yüklerler şimdi. Oysa ben buzağının ipini gevşetmekten başka ne yaptım ki" demiş..
Gülümseten ve aynı zamanda da düşündüren, hemen herkesin bildiğine inandığım “kıssadan hisse” bir nükteyle başladım bu haftaki yazıma okuyucu ve takipçilerimi bir “gönül alışverişine” çağırarak.
Evet, en büyük nimet olarak bahşedilen aklımızı kullanamadığımız için tüm suç ve kusurlarımızı ona yükleyerek vicdanlarımızı rahatlattığımız; Hakk’ın üzerine batılın libasını giydirip muhatabının basiretine engel olan şeytandan, Allah ile olan ilişkisi anlatılırken “İblis” (umudu kesen) diye söz ediliyor ama insanlarla olan ilişkisi anlatılırken tekil şahıs çoğula dönüşüyor ve bu kez “şeytan”(tuzak kuran) adını alıyor. Rahmet nezdinde huzurdan uzaklaştırıldığı için ondan kaçan herkes de rahmete talip oluyor.
İlginçtir; bir çok insan, şeytanı Allah’ın düşmanı zannediyor ama kitabın ikazıyla şeytanın düşmanlığı sadece insanadır ve topraktan yaratılan ateşten yaratılana meylettikçe kendini fıtratını bozup şeytanlaşıyor. Zira İlahi kelamın “İblis” dediği itaat etmeyen düşünce sistemi, şeytan ise bu düşünce sistemi içinde ortaya çıkan karakterdir ve toplumcu ruh etrafında odaklanan kelam, bireyci ve sömürücü odakları “şeytan” olarak tanımlıyor. Yani eli mızraklı, her suç üzerine atılan,insanın kendi varlığından bağımsız tasvir edilen “şeytan” düşüncesi, mitolojik bir mit olup realiteye uymayan tanımlamalardan ibarettir ve kelamın “şeytan” tanımı varlık aleminin bizzat içinde, sınırları dahilindedir. Öyleyse diyebiliriz ki, şeytan bir varlık değil; karakter ölçüsüdür. Varlık olan şeytani karakterin üretim merkezi olan İblis’tir.
Aklın, sezişin, duyuş ve idrakin, bilip ve tanımanın veya farkedebilmenin en keskin ve seçici hali olan şuur yolunda ilerleyen kim olursa olsun teşhisleri hassaslaştıkça şeytanın nerede ve nasıl bir şekilde hayata müdahil olmaya çalıştığını görebiliyor. Bu noktada şuur, belki de bu dengeyi kurabilmenin adı olarak öncelikleri belirleme ve neyi, niçin talep ettiğini yakinen bilme hali olsa gerek.
Zaten asıl rahmet cahillikten ilme, suçluluktan tövbeye, zulümden adalete,nefisten vicdana, batıldan hakka yönelebilmek değil mi? Düşmanını tanımayan bir idrak dostuna hürmet edebilir mi?
“Ölmeden evvel ölün” diye buyuran Alemlere rahmet olan; asıl diriliğe talip olanlara kalbin ihyası uğruna ilim ve hakikatle dirilmek için önce cehalet ve vehimlerin öldürülmesi lazım geldiğini, Kelime-i Tevhid’in “La ilahe” ile başlarken inanca dair tüm enkazları süpürmesi gerektiğini, ardından “İlla Allah” ikrarıyla evvelce temizlenmiş olan gönül arsasına Birlik Sarayını inşa etmemiz gerektiğini haykırmıyor mu?
Ama şükrün, izzetin, edebin, basiretin, kalp ile akledişin, ilmin, şuurun, korkunun ve umudun bir arada zikredildiği rahmete talip birçoğumuzun şuursuzluğundan olsa gerek kazançlarımızın helal olması veya zekatlarımızı vermemiz karşılığında emanet olarak aldığımız mülklerin verilecek hesabının tamamlandığını sanıyoruz. En temel rızıklar olan aklımızın, vicdanımızın veya irademizin hesabını atlayarak üstelik. Çünkü rızkı salt “gıda” olarak görerek boğazımızdan geçmeyen nimeti “rızık” olarak saymıyoruz. Kendimizi salt et ve kemikten ibaret sandığımız için de yukarda açmaya çalıştığım şuurumuz körleşiyor.
Oysa ki gökten inen yağmurun bedenin ihtiyaç duyduğu rızıklara vesile olmasına benzer şekilde insan doğmak ile insan kalmak arasındaki o incecik çizginin yol haritasını sunan arştan inen vahiy de ruhun gıdasıdır.
Ruhumuza gerekli gıdayı veremediğimiz için sadece gözümüzün ve karnımızın açlığını dert edinerek sahip olduklarımız arttıkça asıl rızık vereni unutup O’na sığınmak yerine salt birer imtihan olan rızkımıza güvenip dayanıyoruz. Batıl bir tutku olan mülk arzusunun Allah ile aramıza girdiğini, bize verilen en büyük rızkın yaşamın ta kendisi olduğunu atladığımız için de çevremizdeki sayısız “var”lar yerine sayılı olan “yok”ları görüyor; rızktan yana asıl mahrumiyetimizin birkaç “yok”u görürken mevcut “var”ı görememek olduğunu farkedemiyoruz.
(Devamı yarın)