M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

AİDİYET - 3

Bugün hepimiz farkındayız ki; başka bir gezegene, oradaki kayaların yapısını incelemek, oradaki “olası” hayati bulgulara ulaşmak için araç gönderebilecek kapasite ve zenginliğe sahip insanlık, milyonlarca insanın açlıktan ölmesini umursamaz durumda!

Çünkü bu güce ulaşan muktedirler; bütün gücü ellerinde toplamak, dünyanın bütün zenginliklerine sahip olmak istiyor ve bu hesabın içinde binlerce insanın hunharca katledilmesini, genel maliyet hesabının içindeki bir küsurat farkından daha fazla dikkate değer bulmuyorlar. 

Çünkü bizim için kanla, acıyla, zulümle, katliamla eşleşmiş ve ceddimizin “ezan okunan her yer vatandır!” dediği coğrafyalar; onlar için enerjiyle, petrolle, altınla, kârla, finansla, tankla, füzeyle, filoyla bağlantılı basit ticaret haritalarında küçük noktalar sadece. 

Peki biz, bunca büyük ve muhteşem bir mirasın sahipleri olarak nerde kaybediyoruz?

Bunun cevabını da aynı manevi mirasa yönümüzü dönerek verelim;

İslâm tarihine adını altın harflerle yazdırmış ünlü komutan Halid b. Velid(ra) komutasındaki askerler, aldığı talimat ile “Benu Cezime” denen bir kavmin üzerine gönderilir. 

Ancak Halid b. Velid(ra), bir saldırıyı meşru kılacak adımları atmadan, yani muhatabına barış çağrısı yapmadan bir gece yarısı ansızın saldırır ve bu saldırıda savaşın tarafı olmayacağı kesin olan sivil insanların da öldüğü ortaya çıkar. 

Halid b. Velid(ra), bu saldırıdan zafer kazanmış bir komutan olarak döner dönmesine ama Alemlere rahmet olan, tüm çabalarına rağmen Halid b. Velid(ra)’in yüzüne dahi bakmaz. 

Tam aksine Alemlere rahmet olan; gözlerinde yaş, duanın kanatlarına tutunmuş bir halde ellerini semaya açmış sürekli şöyle yakarmaktadır:

“Allah’ım! Ben Halid’in yaptığından beriyim!” 

Çağlar ötesinden alıp gönül sofranıza ikram ettiğim bu yaşanmışlık, size ne hissettirdi bilmiyorum ancak burada benim dikkatimi çeken bir önceliğin, sizin de dikkatinizi çekmesini istiyorum;

Bir tarafta “güvenliğini” tehdit eden bir kavme karşılık yapılan saldırı, öbür tarafta “adalet” anlayışına ters düşen bir savunma biçimiyle “öncelenemeyen” insan unsuru ve nihayetinde tutunduğu köklere aykırı olduğu için “ben bu fiilden beriyim” diyen Nebevi bir önder!

Peki neden?

Çünkü adaleti öteleyerek ortaya konan “güvenlik” odaklı bir anlayış, (başka bir deyişle adaletle güvenlik çatıştığı zaman yani çıkarlar ön plana çıktığında güvenlik uğruna adaleti gözden çıkarılabilir bir şey olarak görmek) ilahi hitabın onayladığı bir anlayış değildir ki, tarih boyunca insanlığa karşı işlenen tüm suçlar, güvenlik gerekçesinin arkasına sığınılarak icra edilmiştir. 

Güvenliğin adaletin önüne geçtiği bir anlayış ise; “hakkın güce değil, gücün hakka tercih edildiği” bir yaklaşımdır ve tüm insanlık tarihi boyunca haklılığına güçlülüğünü referans gösteren tüm müstekbir güçler, zulümlerini aynı mantıkla savunmuş ve akıl almaz vahşetler sergilemişlerdir.

Yani ilk sıkıntımız “adaleti” tesis etmek ve gücün hakkına değil hakkın gücüne iman etmek!

Başka?

Ruhlarımızı diriltmek adına çağlar ötesinden zamanımızın yürek ve zihinlerine yeniden nebevi bir soluk;

“Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!”

“Ya Rasûlallah(sav)! Mazluma yardım edelim, bunu anladık da zalime nasıl yardım ederiz?”

“Zulmüne engel olarak.”

Siz bu ikazdan ne anladınız bilmiyorum. 

Ama ben bu hikmet kokan ikazdan “yanlış yapanı dahi tek başına bırakmamak; yanlış yapanı yanlışa duyduğumuz öfke, onu müsamaha ile kucaklamamıza engel olmamalı” mesajını alıyorum. 

Çağımızın; en ufak bir yanlış, hata ve eksikte insanların üzerini çizen kripto iletişimlerine bundan daha güzel bir manifesto olabilir mi?

Ama farkındayım.

Samimiyet, son dönemlerde en çok kirletilen kavramlardan biri. 

Özellikle dinsel terminoloji açısından baktığınızda bu kavramın yüz akı olması gerekenler, bu muhteşem ve muazzez kavramın yürek yarası oldular.

Üzülmek mi? 

Üzülmek ne kelime, adeta kahroluyoruz. 

Kirletilen ahlaki kavramlarımıza mı yanalım, din adına ortaya konan çirkinliklere mi yanalım, günbegün artan ahlâki körlüğümüze mi yanalım, herkesin doğruyu kendi tekelinde sanmasına mı yanalım, mutluluğu ipoteklemeye çalışanlara mı yanalım, gönül ve mana haramilerinin Allah adına aldattıklarına mı yanalım, “samimiyet” diye diye tüketilen değerlerimize mi yanalım, hoyratça kırılan umutlara mı yanalım, örselenen güven duygusuna mı yanalım, yoksa mağdur edilen insanlara mı yanalım bilmiyorum!

Işıksız bırakılmış bir göz gibi kutsalla tüm ilişkilerini koparmış, kendi kendisine yabancılaşmış ve varoluşuna ihanet etmiş, hürmeti çiğnenmiş, kimliği kundaklanmış, izzeti yaralanmış, hafızası silinmiş, duygusu incitilmiş, haysiyeti tecavüze uğramış, bilinci örselenmiş; yüreği işgale, aklı iğfale uğramış bir şuurla kalemler kırık, gözler yumuk, boyunlar eğri, ağızlar kilitli! 

Ama bu tabloyu gördükçe yüreği acıyan, sol tarafı kanayan, gözlerine kum kaçmışçasına gecelerini gündüz eden, bir kum tanesi olup çölün derdiyle kavrulanların, bulabildiği en tenha yerde yüzlerini kalplerine yaslayarak, duanın kanatlarına tutunarak cennetini yitirmiş Âdem(as) gibi gözlerinden gönüllerine bir kanal bağlayarak ıslak secdelerini, içli yakarışlarını bilirim. 

Farkındalık dileklerimle!

(Bitti)

<