M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

ALLAH SANAL ALEMİN DE RABBİDİR -1

Bazıları elimizdeki imkânları ısrarla birer nimet olarak görmek ve göstermek istese de benim zannımca imkânlarımız, bugün yazık ki elimizde birer imtihan vesilesine dönüşmüş durumda. Zira biz varlık imtihanını kaybetmiş fertler olarak, sunulan imkânlarla adım adım bize kodlanan değer ve dinamiklerimizden hızla uzaklaşıyor ve bunun bedeli olarak da zihinsel bir köksüzlük yaşıyoruz. 

Evet, zihinsel bir köksüzlük yaşıyoruz. 

Çünkü kendi ibadetlerimizi, ritüellerimizi, inanç yorumlarımızı bir başkasına ısrarla dayatmaya kalkışıyor olsak da ait olduğumuz bu inancın bizi ne kadar terbiye ettiği, ruh köklerimizi ne kadar beslediği, bunların karakter ve kişiliğimize ne kadar yansıdığı en büyük sorunlarımızdan biri bugün!

Zira hemen herkesin kafasında toplumsal konumuna, yaşına, fikir ve ideolojisine uygun kesin ve değişmez yargılar var ve bu yargılar hayatın içinde yeni bir durum ortaya çıktığında ya da yeni bir söz söylendiğinde neredeyse bütün zihinler aynı anda harekete geçiyor, olan biteni eğip bükerek kendi yargısına uygun bir hale getiriyor.

Misal; geçen hafta algı krallığının tahtında oturan medya krallığının servisi ile bir evladımızın yürek burkan intiharını okuduk. 

Videoyu izleyince kalbim mahzun, gözlerim nemli, kalakaldım öylece!

Bu sancıyla savaşırken; hemen her kesim, o gencecik çocuğun üzerindeki parmak izlerimizi silmek, geride bıraktığımız kayıp neslimizin suçunu aklamak için olsa gerek, böylesi bir acıyı dahi kendi yargısına uygun bir hale getirmek için, bu acının üzerinde tepinmeye başladı.

Bu tabloyu görünce bir kez daha anladım ki; biz, az buçuk görüp çok buçuk hükümler veren, birkaç satır okuyup ciltler dolusu konuşan, yüzde bire ulaşmadan yüzde yüzü infaz eden bir toplumuz artık!

Lakin bu realite, ne Enes’imizin yüreğimizde yaktığı ateşe karşılık kendini karşı cenahın değerlerine saldırarak aklamaya çalışan İslami oluşumları(!) aklıyor; ne de bu toplumun hikmetinden nefeslendiği Anadolu Medeniyetinin ontolojisini besleyen ve manevi orduları olan tarikat kurumuna saldırmayı mubah gösteriyor.

İki taraf da “ahlâki bir körlük içinde” yanlış yapıyor.

Zira kutsallığı kamusal vicdanda kabul edilmiş tarikat benzeri kurumların bu toplumun “kutsal” algısını zehirlemek ve bu toplumun ‘kutsal’ algısını uyguladıkları baskı ile “anarşiye kurban etmek” gibi bir lüksleri yok.

Ancak öte taraftan her gün hikmetinden (ç)alarak gönül coğrafyalarımızda huzur estiren ve bu huzurla sosyal medya sayfalarımızı süslediğimiz hemen tüm sözlerin de tarikat edebiyle soluklananların yürek teri olduğunu da unutmamak gerekiyor. Bugün bu yapılanmalarda “denetimsizlik” nedeniyle yaşanan “ahlâki zehirlenmeler” ve somurtkan dil, bu gerçeği değiştirmez.

Ayrıca sahtenin sahteliği, hakikinin yanında ortaya çıkar. Bugün hala hamdolsun aramızda var olan aksakallı dedelerimizin, nur yüzlü ninelerimizin, abdestsiz hamura dokunmayan analarımızın yanında solukladığımız ve “evet bu” dediğimiz huzurun sebebi, “eskilerin” tarikat edebidir. 

Bir ikinci husus!

Toplumun kaderine yön veren ve toplumsal vicdanda “kahraman” olarak kabul edilen insanların yaşamlarını okudukça; fark edilen her hata, yanlış, musibet ve acının, bunları yaşayan kişi veya toplumlar için muhteşem birer “öğretmen” olduğunu görüyorum. 

Yüreğimize ateş düşüren Enes’imizin durumunu da böyle okumak gerekiyor

Ancak, acısının üzerinden tepinmek hatta yetinmeyip bu ateşin asıl düştüğü yer olan aile ocağına sırf “zikir, fikir ve yaşam biçimimize uymuyor” diye dil ile saldırmak, onların mahremiyetini ihlal etmek; bu olay nedeniyle belli kurum ve adresleri hedef göstermek, olsa olsa toplumda karanlığın siyahını artırmak için can atan gaflet ehlinin işidir.

Zira eskiler, “bir şeyi ne kadar küçük bölersen böl, her şeyin daima iki yüzü vardır” demişlerdir.

İrfan kokan bu hikmeti kendimize rehber edinerek;

Tez elden bu yapı ve kurumları sıkı bir denetimden geçirmek; bu toplumun ontolojisi ve ortak paydası olan kutsalların, itibar kaybına sebep olan ve bu kutsalları “itici” din anlayışlarına kurban ederek toplumsal vicdanı kanatanları cezalandırmak, devlet kurumlarının kamusal vicdana borcu ve mükellefiyetidir.

Aile ve toplum boyutunda ise alınması gereken ders; terbiyenin baskı unsuru değil, hâl dili ile yaşanabileceği, yaşayarak öğretilebileceği gerçeğidir. 

Vicdanlı ve farkında bir nesil yetiştirmek gayesi de olsa, hiç kimsenin hiç kimse üzerinde hele de “dinsel” anlamda onun kutsallık sahasına tecavüz etmek gibi bir hukuku olamaz. 

Çünkü ısrarla anıyorum;

Bir yaşam biçimi olan din, yaratan kudretin yarattığı varlığa insanlığını sabit kılması için “ısrarı değil, teklifidir.” 

(Devam edecek)

<