ALLAH SANAL ALEMİN DE RABBİDİR - 4
İçimizden bir gönül eri çıkıp da “Allah, sanal alemin de Rabbidir!” diyemiyor!
Bu sanrıyla olsa gerek ki bugün hemen her birimiz kendimizi hayatın birer yargıç gibi hissetmeye başladık ve sürekli birilerine, bir şeylere dair yargılarda bulunuyor, başka insanları, başkalarının davranışlarını, başkalarının hayatlarını cezalandırıp duruyoruz. Sanki ne kadar çok insanı etiketleyip mahkûm edersek; onlara yapıştırdığımız kötülük, eksiklik ve bozulmuşluklardan o kadar temizleneceğiz.
Evet, görüyorum ve farkındayım!
Hemen her köşe başında ilgi ticaretinin yapıldığı; bu yüzden de herkesin kendisini görünür kılmak için ihtirasla vitrine çıkmak istediği garip bir çağa denk geldi ömrümüz.
Çağın modern(!) aklıyla kurulan her kişisel vitrinin etrafındaki birkaç kişinin alkış ve tezahüratlarıyla dünyanın yıkıldığına, cennetin bu alkışlardan ibaret olduğuna ve herkesin bize hayran olduğuna inandırdılar çünkü bizi.
Yetinmediler!
Bizi bulunduğumuz her ortamın güneşi olduğumuza inandırıp ışık kaynağı olduğumuzu, biz olmazsak dünyanın kararacağı fikrini empoze ettiler zihinlerimize.
Bu algıyla çağımız insanının kendini ispat ve beğendirme telaşıyla içine düştüğü bu eziklik girdabına akleden bir kalple bakın lütfen;
İnsanların kendi değerlerini takipçi sayılarıyla ölçmeye çalıştığı, güne birkaç takipçi kaybıyla uyananın adeta hayatının kaydığı acayip bir zamanın göğsünden süt emiyoruz.
Sizi bilmiyorum ama dünya hayatının “geçici bir oyun ve eğlenceden başka bir şey olmadığını” ısrarla benliğimize fısıldayan ilahi hitaba rağmen yaşı yetmişe dayanmış olanların dahi “yaşlanmayı geciktirici çareler” peşinde koşarak gelecek planları yapabildiği bu ihtirasın girdabında boğulanları ben anlayamıyorum.
Bu yüzden olsa gerek, bu kadim coğrafyanın derin bilincini işaret eden ‘halk irfanı’nı özlüyorum sanırım.
Zira biliyorum ki bu kirli çağ, artık namaz ve orucu neyi bozduğunu sorgulamanın çağı değil; yalanın, gıybetin, iftiranın, fesadın, hasedin, kindarlığın, bozgunculuğun, gammazlığın, madrabazlığın, laf taşımanın, ona buna çakmanın, şunu bunu yargılamanın, ötekine berikine kötü sıfatlar takmanın insanlığımızı ne kadar bozduğunu sorgulamanın ve bu sorguyu yüreğine yük etmenin çağı.
Çünkü hepimiz beşer olarak doğuyoruz; fikir ayrılıklarımız, tartışmalarımız, hatta zaman zaman gerilimlerimiz olsa da yürüdüğümüz onca yol, çektiğimiz onca çile, geçtiğimiz onca imtihan, gösterdiğimiz onca gayret, son nefesimizi 'insan' olarak verebilmek için!
Belki de bu yüzden “insan” denen en büyük kutsalı ötekileştirmeden kıblem bilerek hemen her satırımda her ne olursa olsun iyi olmak, iyilikte kalmak zorunda olduğumuzu; iyilerin, iyiliklerin, “iyikilerin” sayısını bıkıp usanmadan arttırmak borcunda olduğumuzu; kötülüğün haince kışkırtmalarına rağmen iyilikte ısrar etmek, iyiliğe sımsıkı sarılmayı yüreğimize yük etmemiz gerektiğini; iyiliğe kötülük bulaşmasına mâni olmak zorunda olduğumuzu ısrarla haykırıyorum.
Peki çözüm ne ve biz bu karambolden nasıl kurtulacağız?
Mensubiyet bağlarımızın, mesuliyet ve mahcubiyet duygumuzun her şart ve ortamda korunması için sırtını karanlığa dayayan insanlar olmaktan, bu insanlarla bulunmaktan, bu tür ortamlarda nefes almaktan vazgeçmek gerekiyor sanırım.
Çünkü bu tür ortamlar; hırs, nefret, ihtiras ve kıskançlıklardan beslenen; insanın çabasını, hamlesini, amaç ve fedakarlığını sıfırla çarpan; geçmişi karanlık ve sabıka defteri kabarık ortamlar!
İşte bu yüzden fark etmeliyiz ki, bugün sosyal medya hesaplarımız imkân olduğu kadar da imtihandır. Zira bıçak cerrahta şifaya, katilde ise cinayet aletine dönüşür.
Bize bugün düşen en büyük görev, kötülüğü iyilikle savmaktır.
Farkındalık temennisiyle!
(Bitti)