M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

AMAÇ NİTELİK Mİ NİCELİK Mİ? (3)

Hepimizin sunmaya çalıştığım ve sayfalar dolusu anlatabileceğimiz, ciltler dolusu yazabileceğimiz tablo içinde farkına varmamız gereken en önemli şey toplumda eğitime olan inancın azalmış olması tehlikesidir.

Fazla değil, daha beş on yıl öncesine kadar bir çocuğun geleceği için eğitim olmazsa olmazların en başında geliyordu. Aileler yemez, içmez, gezmez, çocuklarının geleceği için her türlü fedakârlığa katlanırlar ve iyi okullara girsin, iyi meslekler edinsinler diye çırpınırlardı. Ama üniversite mezunları işsizlik sıralamasının en tepesinde yer almaya ve eğitime, diplomaya olan ilgi giderek erozyona uğramaya başladı.

Eğitim kalitemiz her geçen yıl düştüğü içindir ki, Süleymaniye taklidi cami yapıyor ama Mimar Sinan’lar yetiştiremiyoruz, adına enstitü kuruyor ama Yunus’ça bir dünya kuramıyoruz, Celalettin-i Rumi’nin sözleri dudaklarımızdan düşmüyor ama ahlâkı ve bakışından nasipsiz haldeyiz.

Eğitim kalitemiz her geçen yıl düştüğü içindir ki,, Gazâlî’yi, Râzî’leri, Cürcanî’leri, İbn Arabî’yi, İmam Rabbânî’yi, Sinan’ı, Itrî’yi, Yunus’u, Şeyh Galip’i özümseyen, tartışan; Batı düşüncesinin de Doğu düşünce geleneklerinin de kurucu düşünürlerini, yönelimlerini iyi bilen öncü bir kuşak yetiştirmek bir tarafa girip çıktığınız kurumlarda bu isimler anılınca gençler “kim bunlar” diye aval aval yüzünüze bakıyor.

Bu gaflet uykusundan uyanarak sormamız gerekiyor;

İngilizce kelimeleri canım lisanımızın içinde alelade kullanmayı entelektüellik alâmeti saya saya Türkçe’yi İngiliz aksanıyla konuşmaya başlayan ama “kendi dilinde okuduğunu anlamada” dünyadaki 72 ülke içinde 50. olan neslimizle nereye varacağız?

Kendi dilini anlamayanın kendi dünyasını da kuramayacağını; kendi dünyasını kuramayanların başkalarının dünyasında başkaları gibi yaşamaya mecbur kalacağını, kendisi olamayan kimsenin bir başkasına yeni bir dünya teklifi sunamayacağını ne zaman anlayacağız?

Kelimeleri ile birlikte ruhunu da yitirdiği için varlığı, bilgiyi ve değeri kendisi gibi anlamlandıramayan ve bu anlamlandıramayışıyla mesuliyetinin yükünden bîhaber siyasetçimiz; eğitimin sızısından mahrum işi sadece maaş alma- geçimini sağlama olarak gören eğitimcimiz; yardımlaşmanın ruhundan nasipsiz tüccarımız, muhtaç olsa dahi paylaşmanın zevkinden habersiz fukarâmız, tasavvufu mûsikî zanneden dervişimiz, ibadeti cennet beklentisi içinde bir tacir edasıyla muhasebe zanneden âbidimiz, mahallenin berberinden farkı olmayan imamımız; evladının başını emanet bilmeyen annemiz, annesinin ayağını cennet bilmeyen evlatlarımızla geleceğe nasıl yürüyeceğiz fikri olan var mı?

Ortada keşfedilmeyi bekleyen muazzam bir medeniyet birikimimiz, insanlığa sunacağımız muazzam şahsiyetlerimiz; dünyaya yeniden adaleti, hakkaniyeti, kardeşliği armağan edeceğimiz nefis hikâyelerimiz varken neyi bekliyoruz?

Ne zaman farkedeceğiz?

Devletin en büyük ihalesinden en ücra köşedeki herhangi bir mutfağa kürdan alımına varıncaya kadar her bir şeyiyle dürüst ve şeffaf olduğunu ülkede yaşayan herkes tarafından kabul edilmesine sebep olacak kadar daha fazla dürüstlüğe muhtaç olduğumuzu,

Hayatı boyunca empati nazarıyla bakmayı aklının ucundan bile geçirmeyenlere, bize çok gördüğünüz bir şeyi size ihsan ediyoruz dercesine değil; bilakis onları sizden ve temsil ettiğiniz değerlerden emin kılacak kadar büyük bir tevazu ve müsamaha içinde; birbirinden farklı düşünen insanları kutuplaşmaya itmeden, bölmeden, parçalamadan, ötekileştirmeden bütün endişelerini en ufak bir tereddüde mahal bırakmayacak kadar empatiye ihtiyacımız olduğunu,

Aldığımız her kararda en tepedeki yöneticimizden en alt kademedeki memurumuza kadar herkesin fikir birliği içinde olduğu durumlarda başarının da, kazancın da, bereketin de kendiliğinden geleceğini; 

Yöneticiliğin hâkim olmak değil değer katmak olduğu bilinci içinde bunu tüm kurumlara aşılamak zorunda olduğumuzu,

İnsanların dininden, inancından, meşrebinden, ırkından, mezhebinden, siyasi görüşünden, aidiyetlerinden, sadakatlerinden, kim olduğundan, kimin yakını olduğundan, kimin kartvizitiyle geldiğinden ziyade önce bu işi yapmayı ne kadar hak ettiğinin tek ve şaşmaz terazisi olarak liyakati benimsemek dışında çaremiz olmadığını;

Emanetin ehline verilmesinin maneviyatımızın “olmazsa olmazlarından” olduğunu,

Hatta bir tık öteye geçerek ehliyetin olmadığı, emanetin ehlinde olmadığı vakitlerin kıyamet habercisi olduğunu ikaz eden Nebevi soluğun tepemizde durduğunu,

Etrafımızda toplananların, bizi onaylama vaktini hesap ederek başını sallamaya hazır bekleyenlerdense, bize yanlışımızı çekinmeden ifade edebilecek birikim ve şahsiyetteki kimselerden oluşmasının gerekliliğini ne zaman fark edeceğiz?

Peki ne zaman kaybettik?

Eflatun’un iddia ettiği gibi eşya ve hayat sabit değildir. Bizim geleneksel din, dil ve hayat algımızın bu Eflatuncu ve Aristocu mantıkla şekillenmiş olması bu değişimi bir şekilde yaşadığımız halde görmemizi engelliyor ve bizi değişim karşısında aciz bir durumda bırakıyor.

(Devam edecek)

<