M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

ANKEBUT -4

ANKEBUT -4

Özellikle son zamanlarda ilme, irfana, emeğe, tecrübeye ve liyakate zerre saygısı olmayan ve benim ankebut olarak tarif ettiğim din-i-dar bir "vatandaş" tipi ortaya çıktı ve bunlar sahip oldukları sınıfsal avantajları tepe tepe kullanarak herkesten fazla gürültü çıkarıyor.

Dinlemiyor, anlamıyor, sözün müktesebatına dair kafa yormuyor ve bağırıp çağırmaktan hiçbir şey öğrenmeye vakit de bulamıyorlar.

Öğrenmiyorlar çünkü zaten öğrenmeye ihtiyaçları olduğunu da düşünmüyorlar. Otomatiğe bağladıkları buyurgan kimlikler, içlerine işlemiş “sınıfsal kibirle” bakıyorlar hayata.

Asıl tapındıkları şey “konfor ve kariyer” iken, bu coğrafyanın ontolojik paydası olan din kavramını; rahatlarını kaçırmadan, hiçbir yük ve masrafa getirmeden, paşa gönüllerinin keyfini kaçırmadan, zihin ve yaşam konforlarını bozmadan; her istediklerinde eğip bükebilecekleri, kesip biçebilecekleri, küçültüp büyütebilecekleri portatif bir "değerler sistemi" olarak görüyorlar.

Bir taraftan teslim olduklarını beyan edip öbür taraftan kuralları kendileri koymak ya da kuralları kendilerine uydurmak telaşı içindeler.

Herkes gelsin, hiç itiraz etmeden, hiç gıkını çıkarmadan, kendi edebini, kendi hissiyatını ortaya koymadan “kendi bindikleri dolmuşa binsin” istiyorlar.

Bu yüzden de bu mümbit coğrafyadaki farklılıkları da göremiyor; her fırsatta memleketin tek sahibi imiş gibi kendilerince nizam vermeye kalkıyor; hayata kendileri gibi bakmayan insanlara hoyratça atarlanıyor, kılıktan kılığa girip linç alayları oluşturuyor, haddini bilmez hakaret fırtınaları koparmakta da bir ayıp görmüyorlar.

Gerçeklerle bırakın yüzleşmeyi, karşılaşmayı bile hiç istemiyorlar. Çünkü kendi dünyalarında kaskatı ve aslında fazlasıyla acıklı bir biçimde kireçlenmiş durumdalar.

Çoğu kez ustaca gizledikleri ama nadiren ağızlarından kaçırdıkları bir şey var:

Kendileri gibi olmayanlara nazaran bütün getirileriyle birlikte en az iki kat daha fazla insan sayılmayı hak ettiklerine inanıyorlar. Mümkün olan herkesi, kendilerininkine benzemeyen duyguları, fikirleri, tepkileri, sevdaları ama en çok da inançları yüzünden aşağılamak istiyorlar. Çünkü bunu her yaptıklarında, kendilerini daha seçkin, daha duyarlı, daha çağdaş, daha aydın, daha doğru ve en acısı da daha müslüman hissediyorlar.

Bir delile, bir gerekçeye, bir muhasebeye ihtiyaçları yok, mükemmellikleri için gereken her türlü kanıtı aynaya bakınca görebiliyorlar. Çünkü onlar kendilerine, çerçöpten çattıkları fikirlerine, makyajı dört asır önce akmaya başlamış uyuşmuş zihinlerine, demode zevklerine, iliştirilmiş elitizmlerine bayılıyorlar.

Kendilerini ontolojik değerlerle az ya da çok bağlı hissetmeyenlerin, hayatlarını buna göre şekillendirmeyenlerin bu sınır tanımaz öfkesi neyin nesidir bilmiyorum ama böylelerine üstad Necip fazıl çok güzel cevap veriyor;

“Haykır Hafız! Kudursun, kinlerinden yoldaşlar. Benim başım olamaz, bu denli kokmuş başlar.”

Üstadın bu haykırışından yola çıkarak diyebiliriz ki bağrında tüm insanlığın kurtuluşuna vesile olacak muhteşem bir manevi miras biriktiren Anadolu’yu (hüsnü zannımca) “vatan” kılan şey; mümbit coğrafyası bir tarafa göğsünde besleyip büyüttüğü (tıpkı insanlar gibi doğan, büyüyen ve ölen) yüzlerce medeniyetin dil, din, ırk ve renk farklılıklarına rağmen toplumsal vicdanda “ortak iyiyi” iktidarda tutmasıdır.

(Devam edecek)

<