ANLAMIN KIYAMETİ -2
Zira gördüğümüz halde başımızı çevirdiğimiz, duyduğumuz halde kulaklarımızı tıkadığımız, şahit olduğumuz halde vicdanımızı örttüğümüz bu kaygan zaman diliminde patinaj yapmamak adına bunun gibi yaşanmışlıkları oldum olası önemsiyor ve bu tür şeylerin insanı kendine getiren işaretler barındırdığını vehmediyorum.
Çünkü anlam okyanusunun sadece kıyısından bakan, bu yüzden de yaşamın nerede başlayıp nerede bittiğini ya da nerede başlayıp nerede bitmediğini merak etmeyi çok zaman önce bırakan, neden geldiğinden çok nereye gideceği fikrine sabitlenen “insan” denen meçhul, garip ve bu sisli bir iklimden geçiyor epeydir.
Müptelası haline getirildiğimiz elimizdeki ekranlarda gözlerine ışık tutulmuş ve bu sayede kıskıvrak yakalanmış bir tavşan gibi hipnotize olmuş ve orada öylece donup kalmış gibiyiz.
Belki birçoğumuz farkında değiliz; evet ama bu uyuşma hali kalplerimizi ve zihinlerimizi kilitleyerek bizi hayal etmekten uzakta tutuyor, rüyalarımızı ulaşamayacağımız derinliklere gömüyor, içimizin kolunu kanadını kırıyor.
Zira artık ruhlarımız en çok da elimizdeki ekranlar marifetiyle bizi olgunlaştıran, insan kılan ve yarınlara hazırlamakla görevli acılardan, gözyaşından, hayatın içinden gelen sıkıntı ve kederlerden beslenmek yerine haz, hız ve ayartıcı güçlere kurgulandı. Bu nedenle de hayatın içinden geçmek, dalgalarıyla boğuşmak yerine onu kıyıdan izlemeyi tercih ediyoruz.
Kendi penceremden baktığımda acının bin bir çeşit ifadesini insanların yüzlerinde bulup okumaya merakı olmayana okur-yazar denir mi bilmiyorum!
Ama buna rağmen mesaimizin büyük bir kısmını inşa etmek; iyilik ve güzellikleri yaymak, merhameti nakşetmek yerine hiç düşünmeden yıkıp geçmeye ayırıyor; sonra da neden mâmur bir hayatımız ol(a)madığını sorup duruyoruz birbirimize.
Üstelik şikâyet kapısında ısrarla durarak.
Emin olun ki, ola ki Allah cehennemi bu dünyanın içinde bir yere koymuş olsaydı; insanlar birbirlerini içine itmek için canhıraş kavgalara tutuşacaktı.
Zira bugünün yaşantısında istikameti belirleyen tek temel unsur artık tüketim!
İnsanlar, kendi hayatlarını bile “tüketebilme imkanlarının niceliğine göre” tarif eder hale geldi. Böyle bir ortamda da doğal olarak pek tabi ki değer değil fiyat geçerli oluyor ve yazımın başında andığım yaşanmışlıklar sadece çok kısa bir süre sol tarafımızı acıtıyor!
Evet, kabul ediyorum; hepimiz beşer olarak doğuyoruz! Yürüdüğümüz onca yol, çektiğimiz onca çile, geçtiğimiz onca imtihan, gösterdiğimiz onca gayret, son nefesimizi 'insan' olarak verebilmek için. Ama sanki insan kalabilme yolunda çaba sarf edenlerin, bu derdi yüreğine yük yapanların sayısı gittikçe azalıyor.
Bakın mesela bu fikriyat ile etrafınıza!
Düşünceli bir halde gördüğümüz herhangi bir şahsın bir mânâ arayışı içinde olma ihtimali neredeyse yok gibi. Yüksek ihtimal, o şahsın yaşadığı sıkıntı hali, kabaran satın alma ihtirasını köreltecek maddî imkânı, çok uğraşmasına rağmen bir türlü bir araya getirememiş olmasıyla ilgili.
Çünkü göğsünden süt emdiğimiz çağda; güç ahlakından yoksun küresel korsanların tacizine maruz kalan insanlığın oluşturduğu “yeni insan” için anlama giden her yolun cüzdanla mutlaka bir ilişkisi var. Çünkü ‘modern’ düzen bu şekilde kurgulandı.
Dikkatlice bakarsak, ezici bir çoğunluğun hayallerinin üzerinde bile sürekli güncellenmekte olan küçük hınzır fiyat etiketleri görebiliriz.
İnanmıyorsanız etrafınızdaki insanlara sorun. Size hayallerini anlatsınlar ve siz de elinize bir hesap makinesi alarak, onlar anlatırken hayallerinin toplam maliyet hesabını çıkarın. İnanın bu çok mümkün! Eğer birileri bunun aksine maliyeti çıkarılamayan hayaller kurmayı başarabiliyorsa, bilin ki biz, onlara çok uzun zamandır 'hayalperest' diyoruz.
Evet, maalesef biz önce hayallerimizi yitirdik.
Çünkü, memleketin hemen her karışına “modernleşmek adına” ruhsuz alışveriş merkezlerini dikenler; sadece şehirlerin değil, insanların da ruhlarını soldurdular.
Bakın şehirlerimize artık atalarımızın diktiği dillere destan mabetler yerine ticaret kuleleri boy gösteriyor. Kafanızı hangi tarafa çevirseniz her yer devasa alışveriş merkezleriyle dolu.
Eskiden şehirlerimize girenler, mabetlerin huzur veren gölgesinde ruhlarını dinlendirirken; bugün ilkin paranın kibri ile selamlaşıyor.
Sizce de ruhlarımızdaki bu solgunluktan kaynaklı değil midir ki artık en büyük din olarak iman ettiğimiz “kapitalizmle” birer tüketim makinesi haline gelerek ulaştıklarımızın bağımlısı, ulaşamadıklarımızın kölesi haline geldik. Bundan kaynaklı değil midir ki insanların bir arada yaşamasının adeta mihenk taşları olan yardımlaşma, dayanışma ve merhamet adım adım uzaklaşıyor bizden.
Bu uzaklaşmanın içimizde yarattığı boşluğu da tüketerek doldurmaya ve bu yolla şifa bulmaya çalışıyoruz. Daha iyi arabalara binersek, marka şeyler giyersek; eşimize, dostumuza, arkadaşımıza giyimimizle, kuşamımızla, bindiğimiz araba, oturduğumuz evle hava atabilirsek kendimizi daha iyi hissediyoruz.
Çünkü kapital dininin tek ayeti olan “tüketim” böyle emrediyor. Bu geçici anlam duygusu ve uçucu neşe ise her çıkan “yeni” ile besleniyor.
(Devam edecek)