ANLAMIN KIYAMETİ -3
Aslında görebilen ve akledebilen kalpler için resmin bütünü çok net;
Zira (daha önce de andığım gibi) bugün “tüketici” dediğimiz kişi; sırtında kırbaç şaklamayan bir köle, ama köle tüccarları onları Afrika çöllerinden getirmiyor artık. Aksine zihinlerini uyuşturup bütün dirençlerini kumanda ediyor. Çünkü adamlar sadece üretimde bulunmuyor; ürettiği her neyse medya araçları ve reklamlar vasıtası ile onu talep edecek bir ihtiyaç da üretiyor.
Bu yüzden de internetin ve televizyonun girdiği her ev fethedilmiş bir toprak parçası gibi. Zira özellikle kumanda masasındaki reklamcılar “vaat edilmiş topraklara” ancak bu sayede ulaşabiliyor.
Sadece ulaşmakla kalmıyor; “fethettikleri bu topraklarda” hemen her şeyi bize bir 'ayrıcalık' olarak satmaya çalışıyor. Sonra o ayrıcalıkları yarıştırmaya başlıyorlar ve nihayetinde hepimiz bu girdabın içinde kayboluyoruz.
Sadece tüketim mi bu kadar zarar veriyor! Hayır tabi ki!
Bilginin, bu muktedirler tarafından diploma mühründen kurtulduğu ama onunla birlikte de bir o kadar kirlendiği bu çağda tüketme hırsımız ve sahip olma çabamızla birlikte gafletimiz de, onunla eş zamanlı olarak delaletimiz de artıyor!
Çünkü bilginin elde ettiği serbest dolaşım hakkı ile “doğru” kavramı da toplumsal kabul görüp toplumun yaşamına sağlıklı bir şekilde yön veren “ahlâk” kavramı da bireyselleşmeye başladı.
Oysa ki tarih ve güncel şahittir ki; insan denen varlık için doğrunun ve ahlâkın bireyselleşmesinden daha tehlikeli bir durum yoktur. Zira insanlar doğru kavramı ve ahlâki kurallar üzerinde uzlaşmamışlarsa, herkes bugün olduğu gibi kendi doğrusunu savunacak ve bu doğruyu dayatacaktır.
Bu yönüyle baktığımda ise kim bana ne derse desin;
Dünyada bilginin gücünü elinde tutan ama bu gücün erdeminden mahrum muktedirlerin eliyle bugün şahit olduğumuz savaşlar, durmak bilmeyen kan, her tarafı kaplamış zulüm, haddini bilmezlik, sınır tanımazlık, küstahça kibirleniş, kutsala sırt dönüş, anlamsızlığın zaferi, anlamın hezimeti, gücün ve şiddetin kutsanması, servetin azmanlaşması, insanın insani melekelerinden uzaklaşması, merhametin yerini şiddetin alması, evliyanın yerine eşkiyanın geçmesi, İdris’lerin tahtında iblislerin oturması gibi sayısını sayfalarca uzatabileceğimiz bu olumsuzluklar listesinin hemen hemen tamamının kökeninde zikrettiğim doğru ve ahlâk kavramının bireyselleşmesi yatmaktadır.
Misal?
Önümüzdeki veriler, geçmişte Afrika’nın servetini, bugün ise Ortadoğu’ya çöreklenerek türlü bahane ve evrensel yalanlar ile oradaki enerji kaynaklarını vakum gibi emerek zenginleşen Avrupa’nın; köpek mamasına bir yılda harcadığı paranın 19 milyar dolar civarında olduğunu haber veriyor! Bir yılda açlıktan ve yetersiz beslenmeden sadece Afrika’da ölen çocuk sayısı ise 3 milyon ve ne acı ki bunların insanca yaşaması için köpek mamalarına verilenin üçte biri yetiyor da artıyor bile.
Peki bunun farkında mıyız? Yazık ki buna da cevabım hayır!
Oysa ki, birikiminden hikmet emdiğimiz Anadolu Medeniyeti ne güzel söylemiş, “nereniz ağrıyorsa canınız ordadır” diye.
Evet bu çok doğru ama, siz bütünlüğü olan ve hayati fonksiyonlarını yitirmemiş bir bedenseniz bu tespit doğruluk libası giyer! Aksine, kol bedenden kopmuşsa ele değil iğne, hançer dahi batırsanız sinir sistemi tepki vermez; çünkü organ sistemden kopuktur.
Bizim bugünkü halimiz de bundan ibaret sanırım! Zira kafanızı nereye çevirirseniz çevirin anlamın kıyameti kopmuş gibi.
Sizi bilmiyorum ama, ben sanırım her şeyi “anlama sarılarak” öğrendim!
Misal sevgiyi, rahmetli Garip Bektaş’ın 16 yaşında iken sevdiği kızın ihanetine rağmen, vefat ettiği ana kadar “elime kadın eli değmedi” cümlesinden öğrendim.
Vefayı, Geceye Bir Güneş Çizdim Romanı’nı yazarken tanıştığım rahmetli Yusuf Dede’ye bir yemek ikramımda uzattığım lahmacuna içi geçerek bakıp, “Fatıma’m çok severdi” deyip dokuz yıl önce sonsuzluğa uçmuş Fatıma’sından sonra çok istemesine rağmen ağzına lahmacun sokmamasından öğrendim.
Duanın gücünü camilerden değil; çocuklu yaşlarıma rağmen yoğun bakım kapısında yüksek tansiyondan felç olmuş rahmetli dedemin iyileşmesi için yakardığım samimi anlardan öğrendim.
Ahiretin varlığını kitaplardan, alimlerden değil iftiraya uğrayıp da kendini aklayamadan ötelere göçen Hatice Kardeşimin “suçsuzum ben” feryadındaki hüzünden öğrendim.
İhaneti, “can” dediklerimin çıkarlarına ters düştüğüm vakit canımı alırcasına fırlattıkları hırs ve nefret oklarının ucundaki zehirden, yok etmek için savurdukları iftiralardan, gözünü kırpmadan dişimle tırnağımla kazıdığım samimiyetimi saniyeler içinde harcamalarından öğrendim.
Pişmanlığı mezarların sessizliğinden; dünyanın faniliğini “kimsesizler” mezarlığından; ağlamayı geceye teslim yaralarımdan, güçlü durmayı güneşe teslim gülüşlerimden; adaletli olmayı ilahi adaletin zamana sakladığı hükmünü gözlerimin önüne sermesinden öğrendim.
Ve hayatım boyunca seher vakitlerinde uykunun bile uykuda olduğu, zamanın küstüğü anlarda yüzümü yakan iki damla yaşın ateş gibi sıcaklığının verdiği o inanılmaz ve kelimelerin tarife mecalsiz hazzını hiçbir makam, mevki, şöhret ve dünyaya ait bir kavramda bulamadım.
Anlamın, hayatlarınıza anlam katması temennisiyle.
(Bitti)