Asker-Millet
Bir insan hiç tanımadığı başka bir insanı niçin öldürür? Bu katli gerektiren maddi ve manevi saikler tarihte bireyin kendi güdülenmesinden daha çok toplumun karar vericilerinin ortaya koyduğu iradeye bağımlı olmuştur. Öl veya öldür derken bunun koşulsuz bir itaat olmasını sağlayıcı koşullar yaratmak elbette insan aklının bir mahareti olduğu kadar onun ruhunun ve bilgi sınırlarının çaresizliğini de yansıtmaktadır.
Harp sanatını öğrenmek ve icra etmek, bireyin ve toplumun hayatı idamesini sağlaması açısından kadim ve tehlikeli bir uğraştı. Bu tehlikeyi bertaraf edici en kuvvetli güdü genin hayatta kalmaya dair programlanmış olmasıydı. Ölüme dair yakın bir tehdit olmaksızın ölüme koşmak için ya yiyecek, ganimet, kadın, köle gibi maddi idealler ya da din veya vatan gibi manevi idealler ortaya konmalıydı.
Savaşlarda muharip ihtiyacını karşılamanın en ucuz yolu askerlikle dini özdeşleştirmekti. Askerlik görevini layıkıyla icra etmek, metafizik makamlara ulaşmanın en önemli araçlarından biri olarak görüldü ve zamanla geleneksel toplumun hafızasında sorgulanmaz bir yer tuttu. Sonsuz hayatta yüce makamlara sahip olmanın doping etkisi asker kaynağının veriminin korunmasında ve aşırı hayat riski mevcut görevlerin ifasında önemli faydalar sağlıyordu.
Fransız Devrimi sonrası ulus devletlerin ortaya çıkması, milli orduların ön plana çıkmasına da vesile oldu. Milli ordu demek insanla askeri özdeşleştirmek demekti. Askerlerden oluşmuş bir ulus yaratmak tedbirli adımlarla geleceğe uzanmak anlamına geliyordu. Yaratılacak bu sinerji ile siyasi, ekonomik ve sosyal engellerin aşılması daha kolay olacaktı. Vatanın kutsallığı ve savunulması bir ideal olarak bireylerin yaşam ülkülerinde vazgeçilmez yerini aldı. Askerliğin bireyin akıl ve bedenini belli bir kalıba sokan eğitim sistematiği ulus devletlerin en önemli vatan okulu haline geldi.
*** *** ***
Sipahilik sistemi ve Kapıkulu ocakları ile gelişen Osmanlı ordu sistemi, Avrupa karşısında alınan askeri yenilgiler sonucu tıkanmaya başlayınca sık sık devletin zirvesiyle uzlaşmaz bir durum yaratan, savaşma iradesini kaybetmiş Yeniçerilik sistemi 1826’da kanlı bir darbe ile kaldırılmıştı. Bektaşi tarikatı ağırlıklı sistem yerini Sünni İslam ağırlıklı Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı modern bir orduya bıraktı. İmparatorluğun yarısı Hristiyan olmasına rağmen ordu bu adla Müslüman ordusu olduğunu ispatlıyordu.
Ordunun modern görünmesi başarılı olacağı anlamına gelmiyordu. Bu askerlerin ciddi bir yenilgi aldığı askeri bakımdan üstün Rusya’yı bir kenara bıraksak bile kendi eyaleti olan Mısır’ın Fransızlar tarafından eğitilmiş ordusuna karşı da büyük kayıplar vererek utandırıcı yenilgiler alması bir şeylerin yanlış olduğunu gösteriyordu. Bu kayıpların önemli bir kısmının hasım tarafından değil hastalık sebebiyle ölenler ile savaştan kaçanlardan oluştuğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu kadar kaybın olduğunu, gidenlerin dönmediğini gören müstakbel asker adayları ve aileleri açısından Müslüman olmanın dezavantajının yakından hissedildiği ve yüksek sesle dile getirildiği bir gerçek olsa gerek ki Hıristiyanlardan donanmaya asker alınmaya başlanmıştır. Ama onlarda bu işe tepki gösterdiler, adalarda yaşayan denizci adayı Hıristiyanlar çareyi asker alma işlemi yapılmayan isimsiz adalara kaçmakta buldu.
Askerlik gönül işi miydi yoksa zorunlu bir yükümlülük mü olmalıydı? Hangisi iç ve dış tehditlere karşı koyabilecek güçte modern ve etkin bir orduyu sağlayacaktı?
Gerçek şu ki Osmanlı'da ordunun asli yükünü yerleşik müslümanların oluşturduğu bir kesim çekiyordu. Hıristiyanlar bir yana, Araplar, Arnavutlar ve Kürtler müslüman olmasına rağmen kendi feodal yapılarından dolayı askere alma işlemlerinde merkezi tavrı tanımakta zorluk çıkarabiliyorlardı.
Avrupa'ya benzeyerek rekabet edebilmenin bir unsuru olarak ortaya konulan Tanzimat ve Islahat Fermanı gibi düzenlemeler vatandaşları hak ve yükümlülükler bakımından eşit duruma getirmişti ama bu eşitlik askerliği de tartışmalı bir hale koymuştu. Çünkü askerlik hizmeti, İmparatorluk topraklarındaki müslümanların sayısının azalmasında ve yoksullaşmalarında önemli bir etkendi. Madem herkes eşitti, o zaman Hıristiyanlarında askerlik yapması gerekiyordu. Yoksa İslam temelli İmparatorlukta yaşanan savaşlar ve verilen kayıplarla Müslümanlar azınlık durumuna bile düşebilirlerdi.
Kura ile belirlenen herkese beş yıllık askerlik 1843’te uygulamaya konuldu. Hıristiyan cemaatler olumsuz tepki verince askere alınan gayrimüslimlerce ödenmesi gereken cizye vergisinden muafiyet tanındı. Sonraları da gereksiz bir şekilde Avrupa’ya sempatiklik uğruna cizye kaldırılarak yerine askerlikten muafiyet vergisi konuldu. Kura usulü ile zengin ve fakir arasındaki askere alma ayrımının da kaldırılması hedeflenmişti. Ancak gelen askerlere bakıldığında bölgelerinde tanınan ailelerin çocuklarından tek bir kişi dahi bulunmuyordu. Herhangi bir nedenle askerlik görevini yapamayacak olanların yerine başka birini gönderme veya para ödeme olarak bilinen bedel usulü pratikte eşitliği sağlamıyordu. Gayrimüslimler orduya katılmaktansa ilave vergi ödemeyi çoğu zaman tercih ettiler.
1856’da zorunlu askerlik hizmeti yürürlüğe konmakla birlikte bedel usulü de yürürlükteydi. Zorunlu askerlik çok dinli imparatorlukta sorunları da beraberinde getiriyordu. Savaşı müslümanlar için anlamlandıran cihad ve şehadet gibi kavramlar gayrimüslimlere nasıl anlatılacaktı? Vatan kavramı ise çoğu köy kökenli asker için memleketinden başka bir anlam ifade etmeyecekti. Müslüman komutan, Hristiyan erat veya tam tersi bir pozisyon savaşı, birlik ve beraberliği içselleştirme açısından o güne kadar öğretilen şablona uymuyordu. Ancak bu başarılabilirdi. İngilizler Hintli müslümanları, Fransa Cezayirli müslümanları güçlü ordularında etkinlikle kullanabiliyordu.
1891'de Abdülhamit, Kürt, Türkmen ve Arap aşiretlerinden oluşan gayrinizami Hamidiye Süvari Alaylarını kurarak ordu yapılanmasına yeni bir soluk getirdi. Gayrimüslimlerin ödediği askerlikten muafiyet vergileri iki kat artırıldı.
1909'da İttihat ve Terakki yönetimi askerlikte bedel uygulamasının kaldırılarak tam eşitliğin sağlanmasını hedefledi. Böyle bir uygulamanın bedelliden sağlanan mali faydanın yerine konamaması durumunda ekonomiye ciddi bir yük getireceği, Türkçe bile bilmeyen Hristiyanların askerlik yapmasından devlete bir fayda gelmeyeceği tartışmaları yapılmasına rağmen muafiyet vergisi kaldırıldı. Azınlıklar bunu hükümetin Türkleştirme politikası olarak yorumladı. Gayrimüslimler kendileri için özel birlikler kurulmasını ve bu birliklerde ibadet için Hristiyan papazların görevlendirilmesini istedi. Gayrimüslimlerden imkanı olanlar askerlik yapmamak için yurtdışına kaçtı.
Balkan Savaşları çok dinli Osmanlı ordusunun hızlı bir şekilde mağlup olmayı başardığını gösterdi. Gayrimüslim askerlerine güvenmeyen Müslüman komutanlar bu askerlere silah vermekte ve nasıl savaşılacağını öğretmekte pek gönüllü olmamışlardı. Türk ordusunun yenilmesinden sevinç duyan çok sayıda gayrimüslim olduğu da bir gerçekti.
Birinci Dünya Savaşı'nda Hıristiyan askerlerin Amele Taburlarına gönderilerek yol inşaatında çalıştırılmaları konusunda karar alındı. Alman İmparatorunun isteğine uyularak cihat ilan edilen bu savaşta o kadar çok firar oldu ki kaçak sayısı cephede savaşan asker sayısının kat be kat geçmiş ve savaş hüsranla sonuçlanmıştı. Kısaca zorlama Osmanlı milleti anlayışına eklemlenmek istenen asker millet yaklaşımı Osmanlı'da tutmamış ve çöküşü engelleyememişti.