CEMAL KARABAŞ

CEMAL KARABAŞ

BAŞKANLAR

Elimdehamili kart yakınımdır”  yazılı  kartvizitle  A.. civarında  dolmuştan indim.

Yer yakınmış. Yürüdüm. Kavşakta  dönen arabaların arasından   karşıya geçtim.

Mimari üsluplarıyla   böbürlenen  kibirli  binalar arasından  gösterişsiz  bir  binanın kapısına dikilip yukarılara  doğru  baktım. Pencerelerde belirli   bir canlılık belirtisi görmedim.

İkinci katta aşağıda gelip geçene kayıtsız sallanan  bayrağımız  ile   bir pencereye  iliştirilmiş kırmızı bir tabela duruyordu

Merdivenden  ikinci kata  çıktım.  Kapısında  '' Başkan''  yazılı  odaya girdiğimde  alnımın çatına karşı gelen  duvardaki  saatin gongu , sabahın onunu  vurdu.

Kapının önünde bekleşen bazı adamlar, tartışıp konuşmuşlar, aradığım odanın  bu  oda olduğu hususunda  ittifak etmişler idi  ki, ben odaya girerken  kenara çekilip '' buyurun'' dediler.

Oda  neredeyse bir  top sahası  büyüklüğünde idi.On iki kişilik bir yemek masası iriliğinde  bir  makam masası ve   bu masaya yaraşır heybette bir makam koltuğu,  koltukta soluk benizli, kaşları ve kirpikleri ütülmüş , gözleri velfecr  okuyan çelimsiz, ufak tefek , süt yanığı bir zat  oturmakta idi.

Süt yanığı ''başkan''a  kendimi  takdim edip  referans kartımı uzattığımda herif hemen ayağa fırlayıp esas duruşa geçti. Ceketinin düğmelerini ilikledi. Esas duruşunu muhafaza ederek;   “ Buyurun başkanım sizi bekliyorduk dedi. 

Tam, ''estağfurullah, ben başkan değilim, '' diyecektim ki, herif  gözümün içine  bakıp  sağ işaret parmağını kaldırdı  ve  “ bir dakika, hemen geliyorum”  diyerek hızla kapıdan çıktı.   

Ne yalan söyleyeyim,  içimden ;   “Bu aralar halk da rahatsız  ; başkan  abdeste sıkışmış olabilir” diye adamın  “bir dakikalık “ mazeretine ruhsat verdim. 

Bu sırada dar takım elbiseli , yanakları alı al moru mor ,saçları  sert ayakkabı fırçasından farksız ,  yaşı  kırk elli  zaman aralığında seyreden  şişko bir  çaycı  , “Başkanım hemen gelecek. Endişe etmeyiniz.  Buyurunuz oturunuz. ” şeklinde  bir sunum ile çay içme teklifinde bulundu . Ben de teklife sıcak bakmayıp ''kahvaltıdan henüz kalktığımı ''  beyan edip  teklifini reddettim.

 Çaycı usulü dairesinde  edep ile  gerisin geri  çekilirken düşüncelere dalmıştım.  Çaycı ''endişe  etmeyiniz '' demekle ne demek istemişti? Odadan çıkar  çıkmaz yakasına yapışıp '' gitme dur , çok güzelsin'' diyerek onu kendine çeken  kimdi?   Çaycının    benden yana bakıp    “ Baş üstüne başkanım, sen merak etme başkanım  ”  demesinin anlamı ne idi?

Doğrusu, bunun anlamını çözse çözse  değerli dil uzmanı, sanatçı arkadaşım Pekcan Türkeş bilebilirdi...  

Bu minval üzere oturup    makam odasında ve çevresinde  olan biten  olayları ibretle seyre daldım.

Önümdeki sehpada kristal vazo, vazoda  şık bir demet yapma çiçek vardı. Gene sehpada pisboğazlı  misafirlere  ikram edilmek üzere  içi çifte kavrulmuş  lokum dolu gümüş bir kase konulmuştu.  

Kanaatimce  kısa bir süre lokumlarla baş başa bırakılan  misafir, lokuma el attığında   gizli kameralar görüntüyü  canlı olarak  güvenlik odasına aktarıyor , dairenin  üst aklı  da bunu ekranda   izleyip   not alıyordu!.. Hoş, benim ihale almak gibi bir niyetim yoktu. İmar değişikliği  teklifi için de buraya gelmemiştim...

Ömür törpüsü bürokratik bir engelin aşılmasını sağlamak için buradaydım.  Masaya oturunca ali kıran baş kesen konumuna gelmiş bir  herifin uygulamalarını şikayet edecektim...

Aradan zaman geçti. Saatin  gongu on ikiyi vurdu.

''Bir dakikalığına'' çıkan  başkan ise iki saattir  ortada yoktu. Türlü ihtimaller üzerine kafa yordum.  Aldım verdim. Umut ettim. Umutsuzluğa düştüm. Yoruldum. Bu kaçıncıydı bu '' bir dakika''lık mazeretler, sonra ortadan kaybolmalar?..

 Kendimi aldatılmış, değersiz ve  pek halsiz hissettim. Şekerim düştü. Hayal meyal çaycının  koşturup   ağzıma bir lokum bastırdığını görüyor lakin bağıramıyordum., sesim kısılmıştı...

Ağır bir uyku bastırmıştı… Rüyamda başkana  kartviziti uzatıyorum, başkan  kartı büyük bir saygıyla alıp okuyor, tamam anlamında başını sallıyor, sonra ''bir dakika '' deyip ortadan kayboluyordu.

Samuel Becket bile ''Godot''yu bu kadar beklememişti!..

 Ben ise bekliyor, bekliyordum. Bekledikçe de ayağıma kara sular iniyordu. Çaycı paçamı sıyırıp başparmağıyla  ayak bileğime basıp  basıp , ''ayağın su toplamış''  diyerek malumu ilan ediyordu.

Resmi kıyafetli , kravatları gevşetilmiş , paçaları sıyrılmış, çıplak ayaklı bir takım kilolu adamların  odada  tek sıra halinde   ;“ Peki başkanım,  tamam başkanım, baş üstüne başkanım , arzı hürmet  ederim başkanım,   hallederiz başkanım...”  gibi sunumlarla  dolaşıp  dışarı çıkıyorlar,yerlerine bir başka gurup geliyordu…

Bu turlar  sürüp gittikçe  “Vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyül azim”  çekerek  başkan hakkında  ''suizanda'' bulunmak zorunda kalıyordum.

Aradan bir zaman  daha  geçti…

 Duvardaki saatin ''15 oldu, artık çık git''  uyarısı üzerine uyandım . Sinirlenip ayağa  kalktım ve   Hazreti Ali  Efendimizden aldığım mülhemle  ''Nerede ulan  şu başkanınız? Nereye , ne halt etmeye gitti?  diye bağırdım.

Süklüm büklüm içeriye giren çaycı ; ''Hangi başkan,sayın başkanım ? '' deyince cin tepeme attı. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü ! Şekerim yükselmişti.  Tam  o sırada  tanımadığım şişman bir adam, bir  kartvizit uzattı, '' Sayın  başkanın selamı var Başkanım,'' dedi.

Toparlanıp empati yaptım. Kendimi başkanlık ve koltuğunda gördüm. Aklım karıştı.

Araya giren   çaycı  el etek öperek  bana ; ''Bir emriniz var mı Başkanım? '' dedi.   Çaycıya ''Ne başkanı ulan ? Adamı deli etmeyin!  Ben başkan maşkan değilim !'' diye bağırdım sinirle.

Çaycı  korkuyla geri geri çekilirken ima yollu oturduğum koltuğu ve önümdeki masayı gösterdi.   Başkanlık  masası  ve koltuğunda oturuyordum ve ayaklarım çıplaktı. Masanın  altında bir çift  kirli çorap vardı.

Can havliyle  '' Ulan, başkanınız çorapsız mı geziyor?'' diye bağırırken  çoraplarımı  ayağıma geçirip ayakkabımı giydim.

Namazın vakti  geçecek gibiydi. Abdestim yoktu. Misafirden özür dileyerek, '' Oturun ben hemen geliyorum,''  dedim. Mesai saat dolmuştu. ..

 Uzun bir koridordan geçerken uzun  koridordaki   kapıların üzerinde sarı pirinç levhaları okuyordum. Her levhada   Başkan  yazılıydı.

Merdivenlerden aşağıya  indim,  kendimi dışarı attım.

Dışarıda  gerçek  bir hayat vardı. Yayalar, araçlar  birbirine girmişti. Bu hayatın içinde ter vardı, yorgunluk, alışveriş vardı... Evlerine gidenler, dolmuş bekleyenler, taksilere el edenler, dilenciler...

Ben arkamda  her şeyi, daireyi, başkanları, misafiri, çaycıyı , bırakmış, koşuyordum... 

Akşam üzeriydi, güneş alıp başını karşı binaların arkasına doğru  gitmişti.

Koşuyor, koşuyordum; ''Başkanlar binası'' denilen bu tımarhaneden  zincirini koparmış bir deli gibi  kaçıyordum...

 

<