BAŞKANLAR
Elimde “hamili kart yakınımdır” yazılı kartvizitle A.. civarında dolmuştan indim.
Yer yakınmış. Yürüdüm. Kavşakta dönen arabaların arasından karşıya geçtim.
Mimari üsluplarıyla böbürlenen kibirli binalar arasından gösterişsiz bir binanın kapısına dikilip yukarılara doğru baktım. Pencerelerde belirli bir canlılık belirtisi görmedim.
İkinci katta aşağıda gelip geçene kayıtsız sallanan bayrağımız ile bir pencereye iliştirilmiş kırmızı bir tabela duruyordu
Merdivenden ikinci kata çıktım. Kapısında '' Başkan'' yazılı odaya girdiğimde alnımın çatına karşı gelen duvardaki saatin gongu , sabahın onunu vurdu.
Kapının önünde bekleşen bazı adamlar, tartışıp konuşmuşlar, aradığım odanın bu oda olduğu hususunda ittifak etmişler idi ki, ben odaya girerken kenara çekilip '' buyurun'' dediler.
Oda neredeyse bir top sahası büyüklüğünde idi.On iki kişilik bir yemek masası iriliğinde bir makam masası ve bu masaya yaraşır heybette bir makam koltuğu, koltukta soluk benizli, kaşları ve kirpikleri ütülmüş , gözleri velfecr okuyan çelimsiz, ufak tefek , süt yanığı bir zat oturmakta idi.
Süt yanığı ''başkan''a kendimi takdim edip referans kartımı uzattığımda herif hemen ayağa fırlayıp esas duruşa geçti. Ceketinin düğmelerini ilikledi. Esas duruşunu muhafaza ederek; “ Buyurun başkanım sizi bekliyorduk ” dedi.
Tam, ''estağfurullah, ben başkan değilim, '' diyecektim ki, herif gözümün içine bakıp sağ işaret parmağını kaldırdı ve “ bir dakika, hemen geliyorum” diyerek hızla kapıdan çıktı.
Ne yalan söyleyeyim, içimden ; “Bu aralar halk da rahatsız ; başkan abdeste sıkışmış olabilir” diye adamın “bir dakikalık “ mazeretine ruhsat verdim.
Bu sırada dar takım elbiseli , yanakları alı al moru mor ,saçları sert ayakkabı fırçasından farksız , yaşı kırk elli zaman aralığında seyreden şişko bir çaycı , “Başkanım hemen gelecek. Endişe etmeyiniz. Buyurunuz oturunuz. ” şeklinde bir sunum ile çay içme teklifinde bulundu . Ben de teklife sıcak bakmayıp ''kahvaltıdan henüz kalktığımı '' beyan edip teklifini reddettim.
Çaycı usulü dairesinde edep ile gerisin geri çekilirken düşüncelere dalmıştım. Çaycı ''endişe etmeyiniz '' demekle ne demek istemişti? Odadan çıkar çıkmaz yakasına yapışıp '' gitme dur , çok güzelsin'' diyerek onu kendine çeken kimdi? Çaycının benden yana bakıp “ Baş üstüne başkanım, sen merak etme başkanım ” demesinin anlamı ne idi?
Doğrusu, bunun anlamını çözse çözse değerli dil uzmanı, sanatçı arkadaşım Pekcan Türkeş bilebilirdi...
Bu minval üzere oturup makam odasında ve çevresinde olan biten olayları ibretle seyre daldım.
Önümdeki sehpada kristal vazo, vazoda şık bir demet yapma çiçek vardı. Gene sehpada pisboğazlı misafirlere ikram edilmek üzere içi çifte kavrulmuş lokum dolu gümüş bir kase konulmuştu.
Kanaatimce kısa bir süre lokumlarla baş başa bırakılan misafir, lokuma el attığında gizli kameralar görüntüyü canlı olarak güvenlik odasına aktarıyor , dairenin üst aklı da bunu ekranda izleyip not alıyordu!.. Hoş, benim ihale almak gibi bir niyetim yoktu. İmar değişikliği teklifi için de buraya gelmemiştim...
Ömür törpüsü bürokratik bir engelin aşılmasını sağlamak için buradaydım. Masaya oturunca ali kıran baş kesen konumuna gelmiş bir herifin uygulamalarını şikayet edecektim...
Aradan zaman geçti. Saatin gongu on ikiyi vurdu.
''Bir dakikalığına'' çıkan başkan ise iki saattir ortada yoktu. Türlü ihtimaller üzerine kafa yordum. Aldım verdim. Umut ettim. Umutsuzluğa düştüm. Yoruldum. Bu kaçıncıydı bu '' bir dakika''lık mazeretler, sonra ortadan kaybolmalar?..
Kendimi aldatılmış, değersiz ve pek halsiz hissettim. Şekerim düştü. Hayal meyal çaycının koşturup ağzıma bir lokum bastırdığını görüyor lakin bağıramıyordum., sesim kısılmıştı...
Ağır bir uyku bastırmıştı… Rüyamda başkana kartviziti uzatıyorum, başkan kartı büyük bir saygıyla alıp okuyor, tamam anlamında başını sallıyor, sonra ''bir dakika '' deyip ortadan kayboluyordu.
Samuel Becket bile ''Godot''yu bu kadar beklememişti!..
Ben ise bekliyor, bekliyordum. Bekledikçe de ayağıma kara sular iniyordu. Çaycı paçamı sıyırıp başparmağıyla ayak bileğime basıp basıp , ''ayağın su toplamış'' diyerek malumu ilan ediyordu.
Resmi kıyafetli , kravatları gevşetilmiş , paçaları sıyrılmış, çıplak ayaklı bir takım kilolu adamların odada tek sıra halinde ;“ Peki başkanım, tamam başkanım, baş üstüne başkanım , arzı hürmet ederim başkanım, hallederiz başkanım...” gibi sunumlarla dolaşıp dışarı çıkıyorlar,yerlerine bir başka gurup geliyordu…
Bu turlar sürüp gittikçe “Vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyül azim” çekerek başkan hakkında ''suizanda'' bulunmak zorunda kalıyordum.
Aradan bir zaman daha geçti…
Duvardaki saatin ''15 oldu, artık çık git'' uyarısı üzerine uyandım . Sinirlenip ayağa kalktım ve Hazreti Ali Efendimizden aldığım mülhemle ''Nerede ulan şu başkanınız? Nereye , ne halt etmeye gitti? diye bağırdım.
Süklüm büklüm içeriye giren çaycı ; ''Hangi başkan,sayın başkanım ? '' deyince cin tepeme attı. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü ! Şekerim yükselmişti. Tam o sırada tanımadığım şişman bir adam, bir kartvizit uzattı, '' Sayın başkanın selamı var Başkanım,'' dedi.
Toparlanıp empati yaptım. Kendimi başkanlık ve koltuğunda gördüm. Aklım karıştı.
Araya giren çaycı el etek öperek bana ; ''Bir emriniz var mı Başkanım? '' dedi. Çaycıya ''Ne başkanı ulan ? Adamı deli etmeyin! Ben başkan maşkan değilim !'' diye bağırdım sinirle.
Çaycı korkuyla geri geri çekilirken ima yollu oturduğum koltuğu ve önümdeki masayı gösterdi. Başkanlık masası ve koltuğunda oturuyordum ve ayaklarım çıplaktı. Masanın altında bir çift kirli çorap vardı.
Can havliyle '' Ulan, başkanınız çorapsız mı geziyor?'' diye bağırırken çoraplarımı ayağıma geçirip ayakkabımı giydim.
Namazın vakti geçecek gibiydi. Abdestim yoktu. Misafirden özür dileyerek, '' Oturun ben hemen geliyorum,'' dedim. Mesai saat dolmuştu. ..
Uzun bir koridordan geçerken uzun koridordaki kapıların üzerinde sarı pirinç levhaları okuyordum. Her levhada Başkan yazılıydı.
Merdivenlerden aşağıya indim, kendimi dışarı attım.
Dışarıda gerçek bir hayat vardı. Yayalar, araçlar birbirine girmişti. Bu hayatın içinde ter vardı, yorgunluk, alışveriş vardı... Evlerine gidenler, dolmuş bekleyenler, taksilere el edenler, dilenciler...
Ben arkamda her şeyi, daireyi, başkanları, misafiri, çaycıyı , bırakmış, koşuyordum...
Akşam üzeriydi, güneş alıp başını karşı binaların arkasına doğru gitmişti.
Koşuyor, koşuyordum; ''Başkanlar binası'' denilen bu tımarhaneden zincirini koparmış bir deli gibi kaçıyordum...