Bektaşi
Türklerin İslamiyet ile ilk karşılaşmaları Abbasi halifeliği zamanındadır. Abbasiler İslamiyetin ôğretilmesi için din görevlilerinden oluşan bir heyeti Türklerin bulunduğu yaşam alanlarına gönderiyordu. Ayrıca ticaret yapan Araplar da, şamanist Türklerin müslümanlığı seçmesi, kelime-i şahadet getirmesi için telkinlerde bulunuyordu. Onuncu yüzyılda Türkler arasında peyder pey müslümanlaşma gerçekleşiyor, müslüman olanlar olmayanları da kapsama alanına sokmak için mücadele ediyordu.
Akabinde Türklerin Anadolu’ya girişleri ve Batı’ya yanaşmaları Bizans hakimiyeti altında ekonomik ve sosyal açıdan bunalmış halkta olumsuzluk yaratmadı. Aksine Türk akıncıların asayişsizlik yaratmadıkları sürece yerel halkın can ve mallarının güvende, inançlarının özgür olacağını ilan etmeleri sempati uyandırıyordu. Türk kanaat önderleri Hıristiyan halka dini ve kültürel değerleri aktarırken hoşgörü ve sevgi dili kullanıyordu.
On üçüncü yüzyılda Anadolu’da Moğol istilasından ve iç siyasi huzursuzluklardan bunalmış insan kitleleri vardı. Medrese çevresinde bilgilenme şansı bulan müslüman yüzdesi son derece düşüktü. Nüfusun büyük bir bölümü kırsalda, yarı göçebe ve tarımla uğraşmaktaydı. Böyle bir toplumsal yapıda Anadolu insanının İslamın yazılı kültüre dayanan hususlarını öğrenip tam manasıyla uygulaması gerçekçi değildi. Bu kitleler eski dini ve gelenekleriyle kaynaşan bir İslamı sözlü kültür geleneği içinde anlayıp yaşamaya çalışmışlardı. Böylece yazılı dini bilgi ile sözlü dini bilginin ayrışması da gerçekleşiyordu. Şehirliler medreselerde işlenen ve öğretilen kitabi esaslara dayalı Sünni İslam anlayışına sahipken çoğu okuma-yazma bilmeyen, sade ama son derece zor hayat şartlarında yaşayan konar-göçerler karmaşık ve anlaması zor kitabi İslam yerine İranlı ve Türk sufiler tarafından geliştirilen geleneksel hurafelerle karışık, mistik İslam inancını benimsemişlerdi.
Ayrıca bu bir kültür ayrışmasıydı. Konar-göçer Türkmenlerle yerleşiklerin hayat tarzları arasındaki farklar da sorun oluyordu. Şehirliler konar-göçerleri aşağılıyorlar, hatta hasımları olarak görüyorlar, konar-göçerler için akılsız, zorba, pis, dinsiz gibi terimler kullanıyordu.
Orta Anadolu’da gözlemde bulunan bazı yazarlar halkın çoğunluğu Türkmen olan yerlerde camilerin boş olduğunu, halkın, dini ihmal ettiğini, içki içtiğini, İslam’la pek ilgilerinin olmadığını, gayet geniş bir cinsel serbestlik uyguladıklarını yazmışlardır.
Bektaşilik geleneğinin öncülü olarak babailik hareketi görülmektedir. Babailik geleneksel İslam dışındaki din bilginlerine verilen dede, baba, pir gibi adlardan baba lakaplı İlyas ve İshak’la ilgilidir. İshak hareketin Amasya’daki manevi lideri, İlyas ise hareketin Adıyaman’daki savaşçı lideridir. Amaç, vergiden ve eziyetten bıkan güçsüzün hakkını zorba güçlüden almaktır. Harekete peygamberlik gibi dini bir misyonda yüklenmiştir.
İsyana katılımı artırmak için elde edilecek mal ve ganimetlerin isyana katılanlar arasında ortaklaşa pay edileceği, isyana katılmayanların ve İlyas’ın peygamberliğine inanmayanların ise öldürüleceği söylenmiştir. İsyana katılım cahil Türkmenler ve Kürtler arasında yoğun ilgi görmüş, şehirleri yağmalayarak ilerleyen başıbozuklar Amasya’da ve Kırşehir’de Selçuklu orduları tarafından yenilmişler ve isyancılardan sağ kalanlar Anadolu’nun muhtelif yerlerine dağılmışlardır. Ancak bu isyan Moğollar tarafından değerlendirilmiş, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılışını hızlandırmıştır.
Kimilerine göre İlyas, Rum bir dönmedir. Hıristiyanlık, müslümanlık ve mazdekçilikten- İran kökenli insan eşitliği ve mal ortaklığını, evliliğin serbest ilişki şeklinde yaşanmasını savunan bir akım- oluşan ayrı bir inanç sistemi sunmaktadır.
Bilgi ve belgeler yetersiz olmakla birlikte değerlendirme Horasan’dan gelen Hacı Bektaş Veli’nin Moğol istilası sonrası ayakta kalmaya çalışan bu halk kitlesine Baba İlyas’ın halefliğini alarak yeni bir ruh ve ideal vermesidir. Kırşehir yakınlarına yerleşen Hacı Bektaş Veli’nin geniş hoşgörü iklimi Bektaşiliğin çatısını oluşturmuştur. Hacı Bektaş Veli insanı övmekte, dünyada bulunan herşeyin insanda bulunduğunu bildirmektedir.
Gerçekle örtüşmeyen Bektaşi geleneğine gôre Hacı Bektaş Veli, Orhan Gazi zamanında yeniçeri ocağına dua etmiş, yeniçerilerce pir tanınmıştır. Bu sebeble yeniçerilere “taife-i bektaşiyan” denirdi. Yeniçerilerle ôzdeşleşen Bektaşilik onlar vasıtasıyla Balkanlarda yayılma imkanı bulmuştur.
Hacı Bektaş Veli ôğretisini “dôrt kapı kırk makam” esası üzerine kurmuştur. Bu ilkeler Yesevi gelenekten- İslam inancını, Türk gelenek, inanç ve yaşam tarzı ile sentezleme- doğmuş, bütün tarikatlarda da aynıdır. Her kapı bir diğerine geçiş için bir kôprü niteliğindedir. Biri diğerine tercih edilemez. Bu yönüyle Hacı Bektaş Veli yüzyıllar boyu bütün inanç renklerinin kabul, saygı ve sevgisini kazanmıştır.
Hacı Bektaş Veli‟nin ôlümünden sonra tarikat halifeliğinin temsili konusunda düştükleri anlaşmazlık sonucu Dedebabalar ve Çelebiler olmak üzere iki ana kola ayrılmışlardır.
On altıncı yüzyıldan itibaren başlayan siyasi, sosyal ve iktisadi huzursuzluklar Bektaşi hareketini derinden etkilemiştir. Celali isyanlarında tarikat devletin şiddetli takibatına maruz kalmıştır. Bu huzursuzluklar Bektaşiliğin sistematiğini ve iç kontrol mekanizmalarını da bozmuştur. II. Mahmut Dôneminde Yeniçeri Ocağı ortadan kaldırılmış ve askerin Bektaşilikle ilgisi fiilen kesilmiştir. 1827’de çıkarılan bir fermanla Anadolu‟daki bütün Bektaşi tekkelerinin mal varlığına el konulmuştur. Bu ağır darbeden sonra Bektaşiler uzun süre suskunluğu tercih etmiştir. Bektaşi tekkelerine pir olarak nakşi kökenli şeyhler tayin edilmiş, Bektaşilik resmen Nakşibendi tarikatının bir şubesi olarak tanınmıştır.
II. Meşrutiyet‟ten sonra tarikat faaliyetlerinde bir canlanma gôrülür. Sarayla ve dônemin etkin siyasi gücü İttihat ve Terakki Fırkası ile iyi ilişkiler kurmuşlardır. Kurtuluş Savaşı ôncesinde inanç ve kanaat önderleri ile görüşen Mustafa Kemal’in, Hacıbektaş’ta Cemaleddin Çelebi ve ve Dedebaba Postu Vekili Niyazi Salih Baba ile görüştüğü ve onların bu görüşmeden sonra milli mücadeleyi bağlıları ile yürekten destekledikleri bilinmektedir.
Bektaşilik, 1925’te bütün tarikatların, tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla Türkiye’de resmen ortadan kalkmış ise de gerçekte bütün öteki tarikatlar gibi günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.