BİZİ GÖZÜMÜZDEN VURDULAR-1
Farkındayım, yazılarımın azımsanmayacak önemli bir kısmı hal ve ahvalimize dair eleştiri üzerine. Zira iman iddiasında bireyler sıfatıyla yeryüzünün mirasçıları olarak inşa ve ihya edilmesi gereken adaletin, yeşermesi gereken ümidin, kök salması gereken sevginin ve her tarafı cennetin rengine bulayacak merhametin görevlileri sanki bizleriz gibime geliyor ve bu hüsnü zannım zihnimden yüreğime akan kelimelerle geceler boyu gözlerime kum kaçırıyor.
Kötülüğün siyahını bu kadar artırdığı bu paslı iklimde, “faili meçhul” bunca can kırığının üzerinde hangi birimiz kendi parmak izlerimizi görebiliyoruz bilmiyorum ama sanırım bu “görev bilinci” en azından benim cephemde son nefesime kadar sürecek görünüyor.
Ona da ceddinize de rahmet olsun; rahmetli dedem “bizi gözümüzden vurdular” derdi hep.
Gün geçtikçe, fark ettikçe, hissettikçe, yüreğime yük ettikçe bu vurulmanın şiddetini de ‘nasıl’ını da ‘niye’sini de daha iyi kavrıyorum sanırım.
Evet, biz gözümüzden vurulduk maalesef.
Doksanlı yılların başıydı.
Bugünkü ‘ben’ merkezli, buram buram narsisizm kokan bu yaşam biçimi evlerimize, işlerimize, ilişkilerimize ve oradan da yazık ki zihinlerimize önce ekranlardan sızdı.
O ekranlarda klipler dönmeye başladığında, özendirici ‘modern batı(!)’ yaşamını önümüzdeki siyah beyaz ekranlardan evimize “gönül rızası ile” buyur ettiğimizde, geleceğin teminatı gençlerimiz yazık ki kuramadığımız ve sadece eleme üzerine bina ettiğimiz eğitim sistemimiz ile “amacını” yitirdiğinde, çocuğunun boğazından helal lokma geçirmek için gecesini gündüzüne katan babalarımız parayla başa çıkmaya başladığında, abdestsiz hamura dokunmayan annelerimiz aramızdan ayrıldığında, gönlü dualı çınarlarımızın uykunun bile uykuda olduğu demlerde ettiği sessiz, gözü yaşlı duaların sedası kesildiğinde masumiyet denen huzurun o efsunlu anahtarını da kaybettik sanki.
Farkında olduğunuza eminim.
Paranın ve güç zehirlenmesinin hemen her şeyi soysuzlaştırdığı bu çağda; bedenin insanı sadece dünyaya bağlayan bir vasıta olduğunun erincinde, ideallerinin peşinden yürüyen, yalancı imgeler dünyasına, makam ve mevki kaygısına, para kazanayım da kendimi daha güçlü hissedeyim nevrozuna yakalanmamış; yan yollara sapmayı beceremeyen, bir punduna getirip de bozuk düzenden nemalanmayan, onurunu korumak adına bir ömrü açlık sınırında yaşamayı göze alan insanların sayısı suyun tuzu eritmesi misali günden güne azalıyor.
Onlar azalıkça da biz, ahlâk ve adaletin kılavuzluğunu unutuyor; hayatın aslında ötekini duyma ve öteki tarafından duyulup anlaşılma çabası olduğunu kalp bilgimizle artık okuyamaz hale geliyoruz.
Düşeni kaldırmak, düşküne merhamet etmek, ezilenle saf tutmak, haksızlığa başkaldırmak, darlığa genişlik zora kolaylık olmak gibi kadim değerlerimiz de adım adım geçmişimizi tozlu raflarında birer nostalji olarak kalıyor.
Çünkü masumiyetin pılını pırtısını toplayarak aramızdan ayrıldığı o günlerden beri onun boşalttığı yeri fitne ve fesat dolduruyor. İnsanlığın yükünü serçe kadar yüreğine sığdıran söz ve hayat ustaları aramızdan birer birer çekiliyor. Ticaretimiz yalan dolanla, siyasetimiz kişisel ikbal hesaplarıyla, itimadımız hırs ve hasedin zehirli oklarıyla, liyakat ve ehliyetimiz ise sadakat saplantısı ile günden güne zehirleniyor.
Evet, refahımız artıyor belki ama maneviyatımız kayboluyor! Aramızda halen vücudu abdestli olanlarımız var belki ama zihinlerimiz de yüreklerimiz de envaı çeşit necasetle tıka basa dolu. Zihin ve dolayısıyla niyet necis olunca uzuvların temiz olması yetmiyor tabi ki.
Çünkü ümitsizlik ve amaçsızlığın her tarafı yoğun bir sisle kapladığı; insanların yarıştırıldığı, kazanmak uğruna her şeyin mubah sayıldığı, itiş kakışın özellikle istendiği, esareti altına girdiğimiz çeşitli boyuttaki ekranlardan günün yirmi dört saati “memlekette sanki iyi ve güzel hiçbir şey yokmuş gibi” kötülüğün sokaklarımızda kurduğu krallığın portresini çizmek için can atan ve insan ruhunun karanlığa gömüldüğü sahnelerin pompalandığı bugünkü kültür artık bireysel rekabet üzerine kurulu.
Milyonlarca insanın efsunlanmış bir halde ekran başına kilitlendiği televizyon dizilerinin neredeyse tamamı siyahı üstün kılarak dünyayı bize olduğundan daha karanlık gösteriyor ve insanlar, çivilenip kaldıkları bu ekranlardan aldıkları “kimseye güvenilmemesi, merhametten maraz doğacağı” mesajlarını yaşamlarına nakşediyor!
Ama inanın sadece bu kadar değil.
Zira bu ekranlar sayesinde; gözlerine sokulan ve zihinlerine zerk edilen sahneler içinde rekabetçi, itiş- kakışa dayalı, güçlü olanın ayakta kalıp altta kalanın canının çıktığı, cahiliye dönemlerine rahmet okutan bir dünya düzeni içinde; gücün her şeyi meşrulaştırabildiğini, haram parayı ve ahlâk dışı şöhreti sevimli gösterebildiğini, gücü elde edebilen bir muktedir zihnin hiçbir koşul ve haklı sebep aramaksızın kendisinden binlerce km uzaklıktaki bir coğrafyayı kan ve gözyaşına boğabildiğini görerek büyüyen bugünkü kuşak, ya güce tapınarak ya da güçlüye tutunarak var olacağı sanrısı içinde maalesef.
Onların ruhunu besleyen bu geçmiş onları görünür olmaya, bilinmeye, kahramanlaşmaya karşı büyük bir açlığa sürükledi ve bu nedenle de bugün hakkın gücü değil, gücün hakkı sahne aldı.
(Devam edecek)