BİZİ GÖZÜMÜZDEN VURDULAR-2
Evet, gençlerimiz açlar çünkü; yaşadıkları bireysel tarih onlara sorumluluk almadan hak sahibi olma, bedel ödemeden hakikate ulaşma, başarı olmadan şöhret sahibi olma, alın teri olmadan kazanç elde etme, çalışmadan ödev çıkarma; hatta zorluğun istenmediği, acı ve gözyaşının ötelendiği, anlama çabasının zahmet verici olduğu bir zaman dilimi sundu.
Doğal olarak da en çok bağıranın, sesi en gür çıkanın veya en güçlü olanın sesi duyulmaya başlandı. Hemen hepsinin sosyal medya hesaplarına bakın, ne demek istediğimi anlayacaksınız!
Senaryosu “tek kültür” üzerine kurulan ve bilginin gücüne ulaşan toplum mühendisleri tarafından yazılan bu kurguda; insanlar, sınırsız zevk ve kendi kendine hayranlık vaat eden bir kitle kültürü içinde, hayattaki başarılarını sadece sahip oldukları ve satın alma kudretleriyle ölçmeye başladılar. Böyle olunca da doğal olarak dostluk, kardeşlik, muhabbet, samimiyet, yardımseverlik, toplumsal kabul gören ahlaki ölçüler ve parayla ölçülemeyecek değerler yavaş yavaş anlam ve önemini yitirdi.
Tam anlamıyla başardılar mı?
Bence hayır!
Zira uzak ve yakın tarih; hüznün kanatlarıyla bir yaranın sızladığı yerden dünyaya bakabilen ama dünyaya kök salmadan etrafımızda uçuşan, nerde bir keder ve sıkıntı varsa orada beliren, hayatlarımızı güzelleştiren, kendi hayatları pahasına insanlara yardım eden, özgürlükleri ve hatta canları pahasına başka insanlara siper olan kahramanların hikâyeleri ile dolu.
Onların bu adanmışlıkları hiç beklemediğimiz zamanlarda üşüyen ruhlarımızı sarmalıyor, uçurumlardan aşağı düşerken yüreğimizden tutuyor. Bu şekilde de kâinattaki tüm varlıkların birbirine görünmez merhamet bağlarıyla bağlı olduğunu ve birimizin iyiliğinin diğerinin de iyiliği olduğunu çok daha berrak bir şekilde hissedebiliyorum!
Bilmiyorum.
Belki de her an düş kurmaya meyilli, umutlarını bu düşlerle besleyebilen, kelimelerin sihrine inanan, dünyayı yurt edinmemiş ve belki de hiç edinmeyecek olan, insan ilişkilerinde ve hayatta ölçüyü ve özellikle de ahlaki zekayı gözetebilen, küresel kapitalizmin önüne katıp dilediğince güdemediği bir hayalperestim belki de.
Belki de (gidişatın hızı beni ürkütse de) kötülerin ve kötülüğün yaydığı siyahın başımızdan aşağı boca edildiği veya her gün elimizdeki ekranlardan gözümüze sokulduğu gibi çok da koyu olmadığına inanmak istiyorum.
Çünkü ben, inanan ve hakki ile teslim olmuş birinin ateşi gül bahçesine çevirebileceğine inanan bir kültürün göğsünden besleniyorum.
O kadim kültür, bana aynı zamanda zalimlerin bir gün mutlaka zulmünde boğulacağını, dünyanın tüm ezilmişlerinin merhametin soylu müziği eşliğinde sevgi ve kardeşlik türküleri söyleyeceğini fısıldıyor.
Bu yüzden de halen erdemli insanların başkalarının bozduğunu onarmak için yürek teri döktüğüne, sessiz sedasız karşılıksız bir bağlılıkla dokunduğu yerleri, yüzleri ve kalpleri imar eden iman şövalyeleri olduğuna inanıyorum. Sadece iyiler yalnız ve iyilik kötülüğün yaptığı gibi yaygara koparmıyor.
Ama bunca maddi ilerlemeye rağmen insanın ve insanlığın önceki nesillere göre neden daha mutsuz olduğunu düşününce az önce yazdıklarım dışında aklıma başka cevaplar da gelmiyor!
Çünkü bolluk çağında ruhlarımız açlıktan kıvranıyor ve insanın insana ne kadar susadığını görebiliyorum. Maddiyat üzerine bina edilen güncel değerler, derinlerimizde sakladığımız emniyetsizlik hissimizi uyandırıyor ve bizi ancak çok sahip olmakla, sürekli satın almakla mutlu olabileceğimiz yanılgısına sürüklüyor. Bu yüzden de kendimizi (yazık ki ahlaki sadakatimizi öteleyerek) zaman satıp para almak zorunda hissediyoruz.
Bakın bugünkü halimize.
Bize benzemeyeni çok kolay bir şekilde “düşman” hanesine yazabiliyor, onu aynı kolaylıkla öcüleştirebiliyoruz!
Bu yüzden de herkes, tek kişilik bir dünyanın ufuksuzluğu içinde tutsak durumda. Hayatlarımızın neredeyse birbirimizle hiçbir temas noktası kalmamış gibi görünüyor. Aynı evin içinde eşlerin ayrı, çocukların apayrı bir dünyası var artık. Aynı şeyleri aynı şekilde yapıyor olmanın bize ortak noktalar kazandırdığını sanıyoruz ama bu herkesin birbirine benzemesinden, tek tip bir hayatın bütün hayatların yerine geçirilmesinden başka bir şey değil! Bütün hayatları başkalıklarından arındırarak eni boyu belli tek bir hayat darlığına indirgemiş ve mahkûm etmiş oluyoruz sadece.
Yani tıpkı onların istediği gibi. Merhametin toprağında yeşillendirilen yaban otlarıyla tek, bireyci, acımasız ve merhametsiz bir kültür!
Çünkü bilinçli servis edilen bu kültürün kibirli ve kirli dili sadece kendisine ait bir yaşam biçimi ve düşünce sistemi olabileceğini, onu olduğu gibi kabullenmemizi ya değişip onlara benzememizi ya da “yok olmamızı” ısrarla savunan bir kültür!
Yirmi yıl önceki halimiz ile bugünkü halimiz arasındaki fark ise bu işi ne kadar kolay başardıklarının göstergesi olsa gerek!
Çözüm mü?
Üzerinde tepindiğimiz manevi mirasın göğsünden süt emerek kendi gök kubbemizi inşa edebilmek! Ötesi sadece zihinsel bir kölelik!
Farkındalık temennisiyle!
(Bitti)