M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

BİZİM HİKÂYEMİZ (1)

Zamanın birinde henüz yeni evli bir çift vardı. 

Evliliklerinin daha ilk aylarında, bu işin hiç de hayal ettikleri gibi olmadığını düşünmeye başlamışlardı. Aslında severek evlenmişlerdi ve birbirlerini seviyorlardı ancak son zamanlarda küçük bir söz, ufak bir hadise aralarında orta çaplı bir kavganın çıkmasına yetiyor da artıyordu. Üstelik ilk başlarda hemen her gün fısıldanan ve ruhlarına coşku veren sevgi sözcüklerinden eser de yoktu. Birlikteliklerinin heyecanı kaybolmuştu sanki.

Bir akşam oturup ilişkilerini gözden geçirmeye karar verdiler. 

Her ikisi de boşanmayı istememekle beraber, işlerin böyle gitmeyeceğinin farkındaydı; ama bu duruma bir çözüm bulmak gerektiğini de biliyorlardı.

Erkek, “aklıma bir fikir geldi” diyerek epeydir süren sessizliği bozdu;

“Bahçeye birlikte bir ağaç dikelim ve eğer bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım. Kurumaz da büyürse ayrılmayı bir daha aklımızdan geçirmeyelim. İstersen de bu süre içinde ayrı ayrı odalarda kalalım.”

Bu ilginç fikir kadının da hoşuna gitmişti. 

Ertesi gün gidip bir meyve fidanı aldılar ve birlikte bahçeye diktiler. Birbirleri ile olan iletişimlerini mümkün mertebe sınırlı tuttukları birinci ayın sonunda bir gece evin bahçesinde karşılaştılar ve birbirlerine ilk günkü gibi taptaze ve onları iliklerine kadar titreten bir heyecanla sarıldılar. Zira her ikisinin de elinde “diktikleri fidan kurumasın diye” içi su dolu birer bidon vardı.

Günümüz insan ilişkilerine, beraberliklerine ve özellikle de evliliklerine adeta “manevi” bir reçete olan bu yaşanmışlığı okuyunca gözümden akan yaşlara engel olamadım nedense. 

Zira ancak samimiyet olduğu zaman aşılamaz sanılan bütün engeller aşılıyor; açılamaz sanılan bütün kapılar açılıyor ve Rahmân belki de bu katıksız samimiyetin hatırına iki tarafı da “Vedud” esması ile kucaklayarak rahmetiyle muamele edip; vefakâr, fedakâr ve cefakâr hakikat erlerine kol kanat geriyor.

Ne güzel söylemiş eskiler 'evvel refîk bade'l-tarîk' (önce yoldaş sonra yol) diye!

Ne dersiniz, belki de bu yüzdendir bir yoldaş bulamayışımız, hayâlini kurduğumuz muhabbetkâr insanlara denk gelemeyişimiz, orta halli bir ahlâk beklerken zerresini bulamayışımız, karanlıktan ışığa bakmaya korkan insanlar haline gelişimiz!

Bu yaşanmışlığın zihin torbama doldurduğu hisse ile yüzleştiğimde bir kez daha fark ettim ki, bugün hemen herkes tarafından meyledildiği gibi boy, pos, kaş, göz, yakışıklılık, güzellik, para, pul, mal, mülk değil insanı kıymetlendiren. Onlar eskilerin de deyimiyle “dünyalık”, bugün var yarın yok, kim bilir belki şu an var, saniyeler sonra yok.

Peki nedir değerimiz?

"Bana! Önce bana! Sadece bana! Hep bana!" diyen ve dünyanın sadece kendi çevrelerinde döndüğünü düşünen, büyümemiş, ıstırapla sınanmamış, ağrıyı ve acıyı gördüğü yerde hayalet görmüş gibi kaçan bir insan kuşağı dünyayı istila etse de kanımca bu dünyadaki değerimiz ve ederimiz yaşadığımız çağın göğsüne ektiğimiz sevgi, merhamet ve adalet kadardır; hiç tanımadığımız birinin acısına kanadığımız kadardır; bir yetimin yüreğine gülümseme olduğumuz kadardır; bir düşmüşe uzattığımız el kadardır; zora kolaylık, dara genişlik olduğumuz kadardır, kaderi kaderimizle kesişen yaratılmışın hayatını hiçbir karşılık beklemeden cennete çevirebildiğimiz kadardır.

İşte “refik” denen yol arkadaşlığı tam da burada önem kazanıyor.

Zira çok da derin bir tefekkür olmadan hesap yaptığınızda anlıyorsunuz ki ömür dediğimiz ortalama 70 yıl civarında. 

İlk 20 yılı yerimizi aramakla, kendimizi keşfetmekle geçiyor. Bu yüzden olsa gerek bu 20 yılda sadece kendi sesimizi duymaya ve duyurmaya çalışıyoruz. 

Kalan kırk yılın otuzu uyku, yeme-içme, TV ve diğer anlamsız işlerle geçiyor ve bu dönemde hep dış sesleri duyduğumuz ve dışarının sağır edici sesine kulak kesildiğimiz için iç sesimizi duyma imkânımız kalmıyor. Bu dönemde enerjimizi türetilmiş ihtiyaçlar, tüketen ihtiraslar, esir edici tutkular, maliyetli zevkler, statü endişesi ve başkaları ne der takıntısıyla tüketiyoruz. Bundan olsa gerek ki yaşamın içine inemiyor, sadece kıyısında yaşıyor; ruhlarımızı tam da bu dönemde bereketsiz ve anlamsız bir yığın koşturmacanın içinde nefessiz bırakıyoruz.

Altmıştan sonrası ise el ayak çekme dönemi ve bu dönemde insan sessizliğin bile sesini duyar hale geliyor. 

Kısacası ortalama bir ömür bahşedilen insanın, sınırlı miktarda “iyi” vakti var. 

Bu yüzden ömür dediğimiz “minicik bir parantezin içinde yaşıyor, kendimizi kitabın içindeki her şeyden haberdar sanıyoruz” derim hep.

Anmış olduğum o “kısıtlı” iyi vakitte yaşadığın hayata bir şeyler katabilmek, yaşadığın çağa olan sevgi, şefkat, merhamet ve adalet borçlarını ödeyebilmek için “yalnızlığın sadece Allah’a mahsus olduğu” gerçeğinden yola çıkarak “vefa ehli” bir yol arkadaşına ihtiyacın var. 

Zira ne yaparsanız yapın en son “haşerat karnını kolayca doyurabilsin diye” kefenimizin ipini gevşetecekleri bir yer burası ve yaşınız kaç olursa olsun kimse sizi en fazla 100 yıl sonra anımsamayacak bile. İşte bu yüzden mevcut potansiyelimizi kişisel menfaatlerin, kısırdöngü kavgaların, ideolojik saplantıların ve rövanşist hesapların arasında tüketip heba etmememiz gerektiğini bir an evvel anlamamız gerekiyor.

Gönül gözüyle baktığınızda suratımıza tokat gibi çarpan bu realiteden yola çıkarak diyebiliriz ki;

Hayata alınacak bu refik, önce, Hz. Ebûbekir (r.a) karakteri olmalı ve bu karakterle hakikatin önünü açan, yolunu yapan, hakikatin iki tarafın yaşamında hayat bulmasını sağlayan; hakikat adamlarının sağ kolu olup önündeki çakıl taşlarını temizleyen insan olmalıdır. 

Sonra Hz. Ömer (r.a) karakteri olmalı ve bu karakterle adaleti, hakkaniyeti öğütlemelidir. Bu öğüdü yaşama dökerek hakikatin iki tarafta da hayat olmasını sağlayarak; hakikat adamlarının sol kolu olmalı ve hakikatin yapı taşlarını döşemesine yardım etmelidir.

Daha sonra bu refik, Hz. Osman (r.a) karakterine bürünmeli; hayayı, edebi, ruhu tahkim etmeli; bu konuda rehberlik etmeli, edebin, adabın, muaşeret ve hayanın kaynağı olup o kaynaktan su içirirerek refiğinin ruhunu beslemelidir.

Son olarak ise bu refik, Hz. Ali karakteri olmalıdır ki; edindiği ilmi, biriktirdiği değerleri, ölümüne sahip çıktığı kutsalları; basireti, feraseti ile rehberlik yapabilsin ve hakikat adamlarının arkasından giderek, hakikatin herkese hayat sunması için gerekirse canını feda edebilsin.

(Devam edecek)

<