BİZİM HİKÂYEMİZ (2)
Peki, günümüzde sayısı artık çokça artan boşanma oranları, toplumumuzun yapı taşı olan aile kurumunda oluşan derin çatlaklar, bir türlü anlaşamayan çiftler?
"Tez kızaran güllerden kendini sakın" derdi ceddimiz ve çabuk açan gülün kokusu olmayacağını; güle kokuyu verenin zaman ve acı olduğunu da eklemeden geçemezlerdi.
İşte bu konudaki düğümlerimizi çözecek asıl sorular tam da bu noktada devreye giriyor;
Öyle ya, kendini sadece eğlenme kodlayıp tüketmeye odaklanmış, herkesin ganimet derdine düştüğü bir dünyada; hayata bu gözle bakma yetisini yitiren insan, yaşamsal süreçteki anlam derinliğini kavrayabilir; kalbinin acıdıkça güzelleşeceğini, ruhunun acıdıkça derinleşeceğini, bedenin acıdıkça güçleneceğini fark edebilir mi?
Peki ya kalbini ve zihnini sadece “sahip olmaya” odaklamış; sahip olduğu her bir şeyini ‘görünür’ kılma çabası içinde, elindeki sabır tesbihini kaldırıp atan günümüz insanı; insanlığın tekamül yolculuğunda Hz Adem (as)’in şeytanla, Hz Musa (as)’nın kendi evinden kovulmakla, Hz Hacer’in yalnızlıkla, Hz Yunus (as)’un bir balığın karnında kalmakla, Hz Asiye’nin Firavunla, Hz Yusuf (as)’un kardeşleriyle, Hz İbrahim (as)’in oğluyla, Hz Lut (as)’un sapıklarla, Hz Nuh (as)’un onunla alay edenlerle, Alemlere rahmet olanın ise sevdiklerinin firakı ile başlayan; toplumsal vicdanda kazanan ve insanlık tarihine yön veren bu güzidelerin olgunlaşma sürecinin içinde sözünü ettiğim güzelleşmenin, derinliğin ve güçlenmenin kodlarını görebilir; onların çektiği acıların, döktüğü gözyaşlarının, katlandıkları eziyetlerin meyvesi olan İslam’ın kokusunu bugün alabilir mi?
“Hayır” dediğinizi duyar gibiyim.
Peki neden hayır?
Kabul edelim ki “doğru” dediğimiz şey kendimize esir ettiğimiz, teslim alıp servetimize kattığımız bir şey değildir ve olamaz da. Zira doğru; tutunduğumuz, sığındığımız, gözden kaçırmamamız, sürekli gözetmemiz gereken; onunla irtibatımızı koruyabildiğimiz ölçüde ayakta kalabilen bir şey!
Hiç kimse, bir kere doğruyla temas etti diye ömür boyu doğruluk hakkı kazanmıyor ve yine hiç kimse doğruluğu çağrıştıran kelimeleri çok kullandığı için doğruluğun tapusunu elde etmiyor.
Sürekli doğru tarafta olduğu vehmiyle yaşamak vehimlerin en tehlikelisi ve aslında kazanılmış tek bir kayda değer muharebesi olmayanların, atlarını en tekinsiz yollara en gözü kapalı, en tedbirsiz bir halde sürerken, doğruların bütün zaferlerini bir şekilde terkilerinde taşıyor olduklarını zannetmeleri, kibrin en aldatıcı, en sinsi, farkına en zor varılan senaryosu.
Bu yüzden olsa gerek ki görünüşte hak verilen, doğruyu ifade ettiği kabul edilen sözler bile bizi bir yanlışımızdan uzaklaştırmaya yetmiyor artık. Zira kendi derinliklerimizde doğruyu iyi kötü bildiğimiz, işitince tanıdığımız, farkında olduğumuz aşikâr ama doğruya hak verip, halimize yazıklanıp, yanlışa devam ediyoruz.
Bizi yanlıştan alıp doğrunun yoluna koymamıza engel olan, bizi yanlıştan dışarıya bırakmayan, şuurumuzu körelten asıl kopuş da burada başlıyor;
Girdiğim her platformda gerek dilimle gerek kalemimle haykırıyorum, öyle bir hale geldik ki artık muhataplarımızı insan olarak değil imkân olarak görüyoruz, işimiz bitince de kaldırıp atıyoruz diye.
Çünkü insanlara kendinden bir şeyler vermekle mutlu olan kalmadı. Herkes ancak almakla, hatta daha açık söyleyelim, satın almakla mutlu oluyor. Başkalarının mutluluğundan mutlu olan yok, herkes mutluluğu kendi malı yapmak, mutluluğun sahibi olmak istiyor. Mutluluk bir mülkiyet bahsi haline geldiğinde hayatın satın alınamayacak bütün güzellikleri bencilce tepişmelerin tozu dumanı arasında mecburen kaybolup gidiyor.
Bakın mesela hayatlarımıza!
İnsanların azımsanamayacak kadar büyük kısmı kendisini neyin mutlu edeceği sorulduğunda ardı ardına markalar sıralamaya başlıyor. Sınırı olmayan bir açlığı cebindeki para kadar doyurabileceğin bir düzenden “mutluluk çıkması” matematik olarak bile imkânsız halbuki!
Aslında, her şeyin insanı sözüm ona “mutlu etmeye ayarlı olduğu” bir zamanın, hiç kimseyi mutlu edememesinde aslında derin ibretler var.
Zira hayat dediğimiz şey, doymadan kalkmamız gereken bir sofra; doyumluk değil sadece tadımlık. Yani her şey gelip geçici ve her şey insan yönünü kaybetmesin, kaybettiyse yeniden bulsun diye var!
Evet belki çok şey okuyor, çok şey biliyor, çok şeyden etkileniyoruz, her konuda pek çok etkinlik yapıyoruz ve bunlar dünyayı yerinden oynatacak şeyler gibi geliyor bize. Ama kabul edelim ki, avucumuzun içindeki bütün bu 'anlam' birikimine rağmen; bırakın herkes için 'hayat'ı ufacık da olsa değiştirebilmeyi, her şeyi önüne katıp götüren bu 'büyük kapılma'dan kendi hayatımızın küçük parçalarını bile kurtaramıyoruz. En parlak cümleleri çıkarılmış silik, sıradan, cansız hikayeler haline geliyoruz yavaş yavaş.
Hayattan başkalarının anladıkları şeyleri kendimize katıyor olmanın yararsız bir şey olduğunu tabi ki söyleyemeyiz; ama bunu hayata dair kendi arama tecrübelerimizin yerine koyuyorsak, bilelim ki o bir tutam kâr, bu büyük zararı karşılamaz.
Çünkü bu dünyadan giderken bütün bu etkileyici, çarpıcı, sarsıcı, müthiş hikâyelerle değil, eni boyu belli “kendi hikâyemizle” gideceğiz.
Köklerimize uzanarak fark etmeliyiz ki;
Tarihsel serencama “biz” penceresinden “samimiyetle” baktığınızda asgari beş hatta altı nesildir kim olduğu, nereden geldiği, nereye gittiği unutturulmaya çalışılan insanların kendisini, kimliğini arayan çocuklarından oluşan bir toplum olduğumuzu fark etmek çok zor değil.
Bu nedenle hiçbir şeyden emin olmadığım kadar eminim ki arkadaşımızdan, yoldaşımızdan, eşimizden, çocuğumuzdan başlayarak kaderi kaderimizle kesişen kim olursa olsun;
Yani doğruyu bilmediği için yanlışa gönül verenimize de, iyi niyetle yaptığı işi tam yapamayanımıza da, doğru yapacağım derken yanlış yapanımıza da, hâlâ hayal ettiğimiz kıvamı tutturamayan münevverimize de, oyunda oynaştaki talebemize de, dedesinin kabir taşını okuyamayan gencimize de, üslubu tutturamayan hatibimize de, irfandan habersiz âlimimize de, sesini bulamayan şairimize de, yolunu şaşıran dervişimize de, yoldan habersiz günahkârımıza da müsamaha ölçüsüyle yaklaşmak borcunda olduğumuzu fark edersek emin olun bu hikaye güzel bitecek, o “sınırlı iyi vakit” güzelliklerle dolacak.
Başta kendimiz olmak üzere tüm mahlukata bu insaf ölçüsüyle bakışımız; bizi daha güzelden, daha iyiden, daha doğrudan mahrum etmeyecek, aksine oralara bir adım daha yaklaştıracak. Yani yanlışa kızgın oluşumuz yanlış yapana şefkatle yaklaşmamıza, müsamaha ile kucaklamamıza mâni olmayacak.
İşte tam da bu farkındalıkla yazımın başında anmış olduğum yaşanmışlıkta olduğu gibi sesimizi duyuramamaktan şikâyet etmeyi terk edip bir başkasına gerçekten kulak kesilmenin zevkine erecek; anlatma ihtirasından kurtularak anlaşılmamaktan müşteki olmaktan vazgeçecek ve muhatabımızı anlama derdine düşeceğiz.
Bu da bize başkasının gözündeki çöple uğraşmayı bırakıp kendi gözümüzdeki dal budakla meşgul olabilme hassasiyetini kazandıracak ki bu hassasiyet “biz” tohumuna su olacak, güneş olacak, gübre olacak ve bir bakacağız ki “biz” yeşermiş, dal budak sarmış ve o asırlardır bizi arkamızdan kovalayan “ölümsüz” ruhla sarmaş dolaş olmuşuz.
Farkı fark edebilme temennisiyle.
(Bitti)