CEMAL KARABAŞ

CEMAL KARABAŞ

BOŞ TORBALI BİR ADAM...

(Hayli zaman oldu. Evraklar arasında gezinirken ayağıma eski bir yazım dolaştı. Eğilip yerden aldım. Defterimin arasına koydum.  İşsiz geçen bir günümde yazmış olmalıyım. Hadiseyi kayda değer gördüğüm için sunuyorum)

Aşağı inip pasajdan dışarı çıktım. Hava soğuk mu soğuk...Gökyüzü karanlık mı karanlık...

Erken çöken   akşamda  karanlığında omuzları düşük adamlar, gençlik heyecanlarını  yitirmiş  kızlar, oğlanlar bitkin evlerine dönüyorlar...

Evlerde  ışıklar tek tük yanmaya başladı.

Yürüdüm...

Bahçeli kafenin  duvarının  çevresine konan saksılardaki  çiçekler boyunlarını büküp kendilerini aşağı salıvermişler. 

Kafe duvarının  önünde bir kaç kişilik kalabalık var... 

Bir  hadise var ! 

Yürüdüm. Olay  mahalline vardığımda yerde sırtüstü sereserpe yatan bir genç gördüm.  Emekliden bir zat; 

Ölmüş mü diye sordu. 

Genç garson, kulağını adamın kalbine yasladı ;

Atıyor , dedi.

Ben de  uyuşturucu müptelasıdır kalkıp çevresini  jiletle endişesiyle  mesafeli durdum.  

Yerde yatan   genç,  esmer, sakallı, avurtları içine geçmiş zayıf  yüzlü yirmi ya da yirmibeş yaşlarındaydı.  

Serseri değildi. Üstü başı temiz ama kırışıktı.  Elinde sımsıkı  tuttuğu  naylon çuval  boştu. 

Türkçe konuştuğuna göre ona  Suriyeli, Afganlı kağıt toplayıcısı diyemezdik

Kafe tenha, müşteriler evlerine çekilmiştiler. Kafenin genç garsonları  yatan gencin başına üşüşmüştüler. Duvar dibine çekip ; 

-Aç mısın kardeşim,   diye sormuştular. Genç adam halsiz  gözlerini bitkin açmış, bir bana bir başına üşüşen kişilere baktı. Anlayamadığım bir şeyler mırıldandıktan sonra fersiz  gözleri kaydı. 

Genç garsonlar yetişip delikanlıyı duvara yaslamıştılar;

-Sana yemek getirelim, demiştiler.  

 Garsonlardan biri de ; 

-Sana nasıl yardım edelim?   Biz de burada işçiyiz, dedi. Yerde yatan genç adam cevap vermedi. Anladım ki, adam evde Pendik'de bıraktığı çocuklara  yiyecek götürmek üzere yola çıkmış, eskiler alıp satamamış, para kazanamamıştı.

Garsonun teki içeri koşarak bir bardak su getirdi. Genç suyu içti. Kendine gelir gibi oldu. 

Yanına yaklaştım, ne iş yaptığını, nereli olduğunu, nerede oturduğunu sordum. 

Adam feri kaçmış gözleriyle bir  bana , bir elindeki boş çuvala baktı.  

Anladığıma  göre kağıt toplamaya çıkmış ancak  yarı yolda düşmüştü.  Kastamonulu’ydu ve  Pendik’te oturuyordu. 

Ve karısı, bir  çocuğu evde ekmek bekliyordu. 

Elindeki boş çuvalın ifadesinden  şahsın  kağıt toplayamadan  ve   yorgunluktan ve açlıktan sırt üstü yere düşmüştü. 

Yemek istemediği, bir miktar para istediği  garsonlardan birinin  beş lira eline soruşturmasından anlaşılmıştı. Kafenin kapısında duran çam yarması patron, önüme geçip;

-Garibana bir yemek ısmarlasana deyince  tepem attı,  kel yarmaya ;

-Kafen var, sen ısmarlasana , dedim.  Sonra  kenara çekilerek elimi cebime attım. Topu topu  yirmibeş liram  vardı. Onbeş lirasını  gencin avucuna sıkıştırdıktan sonra  oradan uzaklaştım...

Sözün bittiği, kalemin kırıldığı yerdeyim. İstanbul'daydım. Onaltı milyon için çalışan  Ekrem Beyin ;

-Her şey güzel çook güzel olacak, deyip fakirin daha fakir, zenginin daha zengin olduğu yerde gene bir adam krizden kıvranıyor! 

Bu  hikaye iki yüz yıl önce  başladı...

Bu adam daha önce böyle değildi. Suriyeliler gibi, Afganlılar gibi  çöp toplamıyordu. 

Salgın hastalığın teröristler gibi   kol gezdiği İstanbul sokakları böyle çer çöp içinde değildi. O zamanın Dersaadet’te  okunan sabah  ezanları  güne  bereket,  gönüllere merhamet  nurları indirirdi.  

O zamanlarda herkesin  köşkü yalısı yoktu ama, başına altına sokacağı bir evi vardı. 

Ne edip eylediler, kötü tohumlarla domatesin, biberin, patlıcanın genetiğini, sonunda ağzımızın tadını bozdular. 

Yerli tohumun ürününü dışarıya , genetiğiyle oynananı da yerli halka yedirdiler. 

Emperyalizm  yeraltı yer üstü zenginliklerimizi ve huzurumuzu silip süpürdü. 

Aile terbiyesi ile okul terbiyesi birbirine uymaz oldu.  Okulda öğrendiğimize göre  ailelerimiz okumamış, ve cahildi. İşaret edildiği üzere  aile bireylerimizin  giyim kuşamı bir yana,   saçı-  başı   bir yana gidiyordu.  Kıllı  şalvarlı köylüler, çarşafa dolaşan  hanımları ile  halkevlerine  gidip  orada  dans edemiyorlardı ama olsun. Olana şükür edip Yüce Yaratan' a şükür ediyorlardı. 

Batı  servetlerimizi gasp ederken gençlerimizi de beraberinde götürmüştü.

Batı gençlerimizi kendi çıkarlarına göre eğitecekti. Önce öğretmenler “ bilgi ve görgülerini artırmak için “ Avrupa’ya, Amerika’ya gittiler. Orada  fakir halkların kanlarıyla  temizlenmiş  ışıklı  caddeleri gördüler, gökdelenlerine hayran kaldılar. Öğrenciler  gitti. Sonra göçmen işçiler gitti. 

Bu düşüncelerle rıhtıma indim. Otobüs durağındaki kuyruğa dahil oldum. Önümdeki uzun külahlı zayıf kıl  bir adam canhıraş benden kaçtı; Maskeni taksana ! dedi.

 Farkında değilim, deyip  maskeni burnumun üstüne sabitledim.  

Kuyruktaki bir şahıs sigara içiyor, havaya savurduğu dumanı seyrediyordu. Kuyruktaki sosyal mesafeli  adam  sigara içen adama bağırdı;

Bu pandemi de sigara içilir mi kardeşim? Hayatımızı tehlikeye atıyorsun!  

Adamın umurunda olmadı.  

Gözlerimin önüne elinde  boş torbasıyla  sırtüstü yerde uzanan   genç adamın    sözleri kulağımda yankılanıp  durdu ;  Pendik’te, evde   çocuklarım  beni  bekliyor...

<