BOŞ TORBALI BİR ADAM...
(Hayli zaman oldu. Evraklar arasında gezinirken ayağıma eski bir yazım dolaştı. Eğilip yerden aldım. Defterimin arasına koydum. İşsiz geçen bir günümde yazmış olmalıyım. Hadiseyi kayda değer gördüğüm için sunuyorum)
Aşağı inip pasajdan dışarı çıktım. Hava soğuk mu soğuk...Gökyüzü karanlık mı karanlık...
Erken çöken akşamda karanlığında omuzları düşük adamlar, gençlik heyecanlarını yitirmiş kızlar, oğlanlar bitkin evlerine dönüyorlar...
Evlerde ışıklar tek tük yanmaya başladı.
Yürüdüm...
Bahçeli kafenin duvarının çevresine konan saksılardaki çiçekler boyunlarını büküp kendilerini aşağı salıvermişler.
Kafe duvarının önünde bir kaç kişilik kalabalık var...
Bir hadise var !
Yürüdüm. Olay mahalline vardığımda yerde sırtüstü sereserpe yatan bir genç gördüm. Emekliden bir zat;
Ölmüş mü diye sordu.
Genç garson, kulağını adamın kalbine yasladı ;
Atıyor , dedi.
Ben de uyuşturucu müptelasıdır kalkıp çevresini jiletle endişesiyle mesafeli durdum.
Yerde yatan genç, esmer, sakallı, avurtları içine geçmiş zayıf yüzlü yirmi ya da yirmibeş yaşlarındaydı.
Serseri değildi. Üstü başı temiz ama kırışıktı. Elinde sımsıkı tuttuğu naylon çuval boştu.
Türkçe konuştuğuna göre ona Suriyeli, Afganlı kağıt toplayıcısı diyemezdik
Kafe tenha, müşteriler evlerine çekilmiştiler. Kafenin genç garsonları yatan gencin başına üşüşmüştüler. Duvar dibine çekip ;
-Aç mısın kardeşim, diye sormuştular. Genç adam halsiz gözlerini bitkin açmış, bir bana bir başına üşüşen kişilere baktı. Anlayamadığım bir şeyler mırıldandıktan sonra fersiz gözleri kaydı.
Genç garsonlar yetişip delikanlıyı duvara yaslamıştılar;
-Sana yemek getirelim, demiştiler.
Garsonlardan biri de ;
-Sana nasıl yardım edelim? Biz de burada işçiyiz, dedi. Yerde yatan genç adam cevap vermedi. Anladım ki, adam evde Pendik'de bıraktığı çocuklara yiyecek götürmek üzere yola çıkmış, eskiler alıp satamamış, para kazanamamıştı.
Garsonun teki içeri koşarak bir bardak su getirdi. Genç suyu içti. Kendine gelir gibi oldu.
Yanına yaklaştım, ne iş yaptığını, nereli olduğunu, nerede oturduğunu sordum.
Adam feri kaçmış gözleriyle bir bana , bir elindeki boş çuvala baktı.
Anladığıma göre kağıt toplamaya çıkmış ancak yarı yolda düşmüştü. Kastamonulu’ydu ve Pendik’te oturuyordu.
Ve karısı, bir çocuğu evde ekmek bekliyordu.
Elindeki boş çuvalın ifadesinden şahsın kağıt toplayamadan ve yorgunluktan ve açlıktan sırt üstü yere düşmüştü.
Yemek istemediği, bir miktar para istediği garsonlardan birinin beş lira eline soruşturmasından anlaşılmıştı. Kafenin kapısında duran çam yarması patron, önüme geçip;
-Garibana bir yemek ısmarlasana deyince tepem attı, kel yarmaya ;
-Kafen var, sen ısmarlasana , dedim. Sonra kenara çekilerek elimi cebime attım. Topu topu yirmibeş liram vardı. Onbeş lirasını gencin avucuna sıkıştırdıktan sonra oradan uzaklaştım...
Sözün bittiği, kalemin kırıldığı yerdeyim. İstanbul'daydım. Onaltı milyon için çalışan Ekrem Beyin ;
-Her şey güzel çook güzel olacak, deyip fakirin daha fakir, zenginin daha zengin olduğu yerde gene bir adam krizden kıvranıyor!
Bu hikaye iki yüz yıl önce başladı...
Bu adam daha önce böyle değildi. Suriyeliler gibi, Afganlılar gibi çöp toplamıyordu.
Salgın hastalığın teröristler gibi kol gezdiği İstanbul sokakları böyle çer çöp içinde değildi. O zamanın Dersaadet’te okunan sabah ezanları güne bereket, gönüllere merhamet nurları indirirdi.
O zamanlarda herkesin köşkü yalısı yoktu ama, başına altına sokacağı bir evi vardı.
Ne edip eylediler, kötü tohumlarla domatesin, biberin, patlıcanın genetiğini, sonunda ağzımızın tadını bozdular.
Yerli tohumun ürününü dışarıya , genetiğiyle oynananı da yerli halka yedirdiler.
Emperyalizm yeraltı yer üstü zenginliklerimizi ve huzurumuzu silip süpürdü.
Aile terbiyesi ile okul terbiyesi birbirine uymaz oldu. Okulda öğrendiğimize göre ailelerimiz okumamış, ve cahildi. İşaret edildiği üzere aile bireylerimizin giyim kuşamı bir yana, saçı- başı bir yana gidiyordu. Kıllı şalvarlı köylüler, çarşafa dolaşan hanımları ile halkevlerine gidip orada dans edemiyorlardı ama olsun. Olana şükür edip Yüce Yaratan' a şükür ediyorlardı.
Batı servetlerimizi gasp ederken gençlerimizi de beraberinde götürmüştü.
Batı gençlerimizi kendi çıkarlarına göre eğitecekti. Önce öğretmenler “ bilgi ve görgülerini artırmak için “ Avrupa’ya, Amerika’ya gittiler. Orada fakir halkların kanlarıyla temizlenmiş ışıklı caddeleri gördüler, gökdelenlerine hayran kaldılar. Öğrenciler gitti. Sonra göçmen işçiler gitti.
Bu düşüncelerle rıhtıma indim. Otobüs durağındaki kuyruğa dahil oldum. Önümdeki uzun külahlı zayıf kıl bir adam canhıraş benden kaçtı; Maskeni taksana ! dedi.
Farkında değilim, deyip maskeni burnumun üstüne sabitledim.
Kuyruktaki bir şahıs sigara içiyor, havaya savurduğu dumanı seyrediyordu. Kuyruktaki sosyal mesafeli adam sigara içen adama bağırdı;
Bu pandemi de sigara içilir mi kardeşim? Hayatımızı tehlikeye atıyorsun!
Adamın umurunda olmadı.
Gözlerimin önüne elinde boş torbasıyla sırtüstü yerde uzanan genç adamın sözleri kulağımda yankılanıp durdu ; Pendik’te, evde çocuklarım beni bekliyor...