BUGÜNE KADAR “NE” YAZABİLDİNİZ? (1)
Bir kalem nasıl ki insan beynindeki görünmeyen bilgiyi kâğıda döküp yazılı hale getiriyorsa, iman iddiasındaki her birey de içinde var olduğunu söylediği görünmeyen imanla, hayatın sayfalarına davranışlarıyla sevgiyi, merhameti ve adaleti yazan insandır.
Genç bir adam ünlü filozof Sokrates’e gelerek;
“Bilgi kazanmak ve bilge biri olmak için yüzlerce km yol yürüyerek sana geldim, bana bilgi verir misin?” diye sorar.
Sokrates; “gel beni izle” der ve bu gençle birlikte sahile doğru yürürler. Su bellerine gelinceye kadar suyun içinde yürümeye devam ederler. Sonra Sokrates genç adamı yakalar ve başını suyun dibine batırır; adamın bütün direnmelerine rağmen onu suyun altında tutar.
Nihayet, adamın direnme gücü tükenince sudan çıkarır, sahile taşır ve pazar yerine döner.
Genç adam gücünü toplar toplamaz Sokrates’i bulur ve ona kızgınlıkla, “sen ki bilge bir kişisin, bana neden bu kadar kötü davrandın?” der.
Sokrates gence sorar: “Suyun içindeyken her şeyden çok ne istedin?”
Genç adam: “hava istedim tabi ki” der.
Bunun üzerine Sokrates şunu söyler:
“Bilgi ve anlayışı hava kadar istediğin zaman, ona hava kadar ihtiyaç duyduğun zaman kimseden bunu sana vermesini beklemeyecek; buna her yerde ve her zaman sen sahip olacaksın.”
Yani diyebiliriz ki, “bilgi ‘insan taşısın’ diye değil ‘yaşasın’ diye insanın hizmetine sunulmuş bir nimettir. Çünkü onu taşıyan hamal oluyor; yaşayan ise kemal buluyor”. Zira sahip olduğumuzu sandığımız bilgi gözle görülmeyendir ve o bilgi hayata yansıdığı zaman görünür ve işe yarar hale geliyor.
Bilgiye bu fikriyatla baktığımızda ise hayatın her alanında “güven adası” olması gereken müslümanın, ait olduğu manevi dinamikleri yani sahip olduğu imanını kaleme benzetebilmek mümkün sanırım.
Nasıl, hep beraber bakalım;
Bu tespitime göre müslümanın imanı (kalemin sahibine hürmeten) kainat kitabına dil, din, ırk, renk, mezhep ayırmaksızın iyiliği, sevgiyi, merhameti ve adaleti yazmakla mükellef bir kalem; kıldığı namaz, tuttuğu oruç, verdiği zekat, nasip olunan hacc ise iman kaleminin mürekkebidir. O kalemin görevi ise kainat kitabında kaderinin kaderiyle kesiştiği her yaratılmışın yaşamını katıksız sevgisiyle, engin merhametiyle, ucu kendisine dokunsa bile şaşmaz adaleti ile cennete çevirmektir.
Öyleyse bu bakış açısıyla diyebiliriz ki; bir kalem nasıl ki insan beynindeki görünmeyen bilgiyi kâğıda döküp yazılı hale getiriyorsa, iman iddiasındaki her birey de içinde var olduğunu söylediği görünmeyen imanla, hayatın sayfalarına davranışlarıyla sevgiyi, merhameti ve adaleti yazan insandır.
Bu bakışı kabul edecek olursak da “davranışlar üzerinde görülmeyen inancın yazmayan bir kalem gibi” olduğu gerçeğiyle yüzleşiriz. Bu “yazma” işini başarabilen insan da; bulunduğu yerin “şeklini alan” kişi değil, bulunduğu yere “şeklini veren” kişi haline gelir.
Bu konuda “anlaştıysak” sizi zihnimdeki kavgaya ortak edip asıl soruma gelebilirim;
Peki bizler sahip olduğumuz zengin bir manevi mirasa ve bunların sunduğu dinamiklere rağmen (ilkin insan sonra da müslüman sıfatımızla) nasıl oldu da “şekil veren” değil de “şekil alan” kişi haline geldik ki kalemlerimiz “yazmaz” oldu?
Hepimizin ‘bildiği’ gibi aşkın bir sevgi hamuru ile yoğrularak yaratılan kâinat, “adalet ve merhamet” terazisi üzerine oturtulmuştur ve bu terazinin dengede durması huzur; dengesizliği ise huzursuzluk, gözyaşı, acı demektir.
Sorumuza sağlıklı bir cevap bulabilmek adına daha önceki yazılarımda değindiğim bir konuyu burada yeniden açmakta fayda var;
Kitabullah ısrarla benim daha önceki yazılarımda da değinmeye çalıştığım üç tane önemli puttan bahseder ve bu putların isimlerinin geçiyor olması kıyamete kadar etkilerini yitirmeyecekleri yönünde bir işaret koyar önümüze; ama aynı zamanda bunlara meyledilen bir toplumda sözünü ettiğim dengenin bozulacağı, kalemlerin “iyilik, sevgi ve adalet adına” değil “nefret, düşmanlık, kin, öfke” adına yazacağı konusunda da ısrarla uyarır. Zira büyük bir çoğunluğumuzun isimlerini kulaktan dolma bilgilerle öğrendiğimiz ama (hep olduğu gibi) anlamlarını yazık ki merak etmediğimiz Lat; yönetim ve iktidarın, Uzza; gücün, Menat ise paranın sembolü olarak öne çıkıyor.
Bu kelimelerin etimolojik anlamlarına yöneldiğimizde (yani kökenlerini araştırdığımızda) Lat kelimesinin evreni yaratan ‘ilah’ kelimesi ile aynı kökten geldiğini ve eski çağlarda Aramice/İbranice’ye kadar uzanan Arapça’nın kök dillerinde kişiyi ‘içeriden yöneten şey’, ‘mutlak itaat, otorite’yi ifade ettiğini; Uzza kelimesinin ‘güç, kuvvet’ anlamına gelen ‘Aziz’ isminin farklı bir şekilde telaffuzu olduğunu; Menat kelimesinin ise ‘para,ekonomik güç, sahip olma yetisi’ anlamını taşıdığını görüyoruz.
Kitabullahın “neden” bu kelimeleri andığı, bu kelimelerin işaret ettiği ‘tehlike(ler)in’ neler olabileceği, bu kelimelerin günümüzdeki karşılığı “ne olabileceği” türünden sorulara ise, ilahi kelam yalın bir dille kendisi cevap veriyor;
Bu üç kavram, o gün için belki taştan tahtadan bir takım heykellerdi ama şehre (Mekke'ye) hâkim insanların o günkü "mülk hırsını" ifade etmekteydi. Her ne kadar dışsallaşıp Kabe'nin içine, sağına ve soluna heykel olarak dikilmişlerse de; bu hırsı esasında onların (Ebu Cehil, Ebu Lehep, Velid b. Muğire gibi şehre hakim çetenin yani Yeda Ebu Lehep'in) içsel dünyalarında, tutku ve ihtiraslarında aramak gerekiyordu. Çünkü önemli olan önce bunların yüreklerden sökülmesiydi ki; onların dışsallaşmış halini Mekke’nin Fethi ile bir saate yakın bir sürede yerle bir eden Alemlere rahmet olan, içsel halleriyle tam yirmi üç yıl boyunca mücadele verdi.
Kitabullah’ın tüm zaman ve mekanlara hitap eden “evrensellik” ilkesinden yola çıkarak, anılan ve ‘tehlikesi’ işaret edilen bu üç kelimeyi alıp yaşadığımız çağın göğsüne monte ettiğinizde ise o günün dengesini bozan üç ana unsurun bugün de canlılığını olduğu gibi koruduğunu görüyorsunuz.
Zira “otorite” olarak andığımız Lat, “devlet, saltanat, taht, lider, ecdad, egemenlik, sınır, ulus” olarak; “güç” olarak andığımız Uzza, “silah, petrol, toprak, nüfus, nüfuz” olarak; “para” olarak andığımız Menat ise “sermaye, banka, altın, gümüş, dolar, euro” olarak karşımıza çıkıyor.
(Devam edecek)