M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

ÇİRKİNDEN SÖZ EDEREK GÜZELLEŞEMEZSİNİZ (1)

Yaşlı bir adam, sabah erken evinden çıkmış, yolda kendi halinde ilerlerken acele eden bir bisikletlinin çarpmasıyla yere yuvarlanmış ve hafif yaralanmış. Adamın düştüğünü görenler yaşlı amcayı hemen en yakın sağlık birimine ulaştırmışlar. 

Hemşireler, önce pansuman yapmışlar yaşlı amcaya. Biraz beklemesini ve röntgen çekerek herhangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını inceleyeceklerini de eklemişler. Ama yaşlı amca acelesi olduğunu, kendisini iyi hissettiği ve röntgen istemediğini huzursuz bir dille anlatmaya çalışmış. 

Hemşireler merakla acelesinin nedenini sormuşlar. Yaşlı amca bu kez neşe dolu bir sesle cevap vermiş;

"Eşim huzur evinde kalıyor. Her sabah birlikte kahvaltı etmeye giderim, gecikmek istemiyorum" demiş. 

Hemşireler "eşinize telefon açıp gecikeceğinizi söyleriz" deyince yaşlı adamın suratı düşmüş, yüreği kederlenmiş, gözleri yaşla dolmuş; 

“Bu mümkün değil.” demiş. 

“Çünkü karım Alzheimer hastası hiçbir şey anlamıyor, hatta benim kim olduğumu dahi bilmiyor." 

Hemşireler bu kez hayretler içinde "madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor neden her gün onunla kahvaltı yapmak için koşuşturuyorsunuz?" diye sormuşlar. 

Yaşlı adam bunun üzerine gözünü ufka dikerek derin bir iç çekmiş ve hemşirelerin zihin duvarlarına vefanın aslında ne olduğunu adeta kazıyarak cevaplamış bu soruyu; 

"Ama ben onun kim olduğunu biliyorum!"

İbadeti israfla, örtünmeyi modayla, zenginliği gösterişle, sözü yalan dolanla, ticareti her türlü dümenle, işi gücü liyakatsizlikle, emaneti imtiyazla, fikri klişelerle, tarihi hamasetle, kültürü şovla, itirazı hakaretle bir arada yaşadığımız ama yazık ki bu gidişattan pek de rahatsız olmadığımız çağımızın beyazları bu kadar kirlenmiş ikliminde ne güzel değil mi bu tür ibret dolu yaşanmışlıkları duymak, okumak, görmek. 

Zira gördüğümüz, yaşadığımız, hissettiğimiz halde sırtımızı dönsek dahi geri dönülmesi giderek güçleşen bir bozulma yaşıyor; hayatımızda bizi insan kılan, maneviyatı zayıflayan ne varsa; şatafata boğarak çoğaltıyor, kendimizi bir şekilde duygularımızın, inançlarımızın, fikirlerimizin, değerlerimizin ve kimliklerimizin aslı astarı olduğuna ikna etmeye ve inandırmaya çalışıyoruz. 

Oysa ki paylaştığım göz yaşartacak kadar vefa dolu yaşanmışlığın aksine artık her şeyi kozmetik bir abartıyla, gerçek olamayacak bir sunilikle yapar haldeyiz bugün. 

Zira sığ, içsiz, gönülsüz, maneviyatsız, köklerinden bihaber, asılsız, nezaketten uzak, ben çukurundan boğulmuş  bir ‘insan’ modeline; manasız, kaba, derinliği umursamayan bir ‘söz’e; merhametsiz, şefkatsiz, sabırsız, ölçüsüz bir ‘cemiyet’e, ukbâdan habersiz bir ‘dünya’ya doğru baş döndürücü bir hızla ilerliyoruz. 

Oysa ki asıl mesele gözümüzün içine, zihnimizin derinliklerine, ruhlarımızın bozkırlarına enformasyon sağanağı ile sokulan tüm kötülere, kötülüklere inat; insan denen varlığın, kendi hakikatinden, yaratılış gayesinden, yaşadığı çağa olan koşulsuz sevgi, katıksız merhamet ve amasız adalet borçlarından bihaber hale gelecek kadar aslından uzaklaşmamasıydı.

Öyle ya çirkinlikte ısrar edenin ilkin kendisi ve kalbi ile irtibatı zayıflayacak, sonra bir gün o irtibat tamamen kopup gidecekti ve ilahi haykırışın da tespitiyle “hayvandan daha aşağı” bir konuma düşecekti.

“Ey sersem!” diyor Sultan Veled “İntihâname” adlı yapıtında;   

“Mahpushanenin anahtarı elinde olduğu halde neden mahpus duruyor, neden kederlere batıyorsun? Haydi, ey budala! Kendine zulmetme! Hapishanenin anahtarını Hak Teâlâ Hazretleri eline vermiştir. Kapıyı aç, kendini kurtararak mesrur ol.” 

Sultan Veled’in çağlar ötesinde bu haykırışı ile günümüzün yorgun insanına hepimizin temel meşgalelerinden birinin “kendinin farkında olma” gibi bir gerçeklikten çok uzaklarda 'içimizde pusuya yatan' nefsani arzularla yüzleşmesi gerek diyeceğim, ama ne fayda!

Belki farkında bile olmuyoruz o içimizde “pusuya yatan” bu arzuların! Ama fırsatını bulunca fark ettirmeden pusularından çıkıyor, bizi bir hamur gibi yoğurarak şekillendiriyor, eğiyor, büküyor, katılaştırıyor bu arzular ve bizi “bir şeyden başka bir şeye” dönüşüyoruz haberimiz dahi olmadan.

Küçük bir çizik, ufacık bir yara, itiraf edemediğimiz bir çözülme, hak etmediğimiz bir söz, kendimizi üstünde hiç durmadığımıza inandırdığımız önemsiz kırılmalarla besleniyor bu arzular ve ruhumuzun, insanlığımızın her yanını habisleşerek sinsice sarıyor. Bu yüzden de yüreklerimizdeki koca yangının “minicik bir kibrit çöpünün hikayesi” olduğu gerçeği ile yüzleşmeye cesaret edemiyor ama onun mayaladığı öfke ile kendi yumurtamızı pişirmek için dünyayı ateşe verebilir hale geliyoruz.

(Devam edecek)

<