M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

CORONA KÜLFET Mİ NİMET Mİ? (2)

Yani bugün yaşadığımız şu ürkütücü tablo; aslında yazımın başında anlatmaya çalıştığım fikriyatın hem fikren hem zihnen hem ruhen hem de ahlâken çöküşünün resmini çiziyor

Sadece tüketim çılgınlığı peşinde koşturan; kariyer ve paraya tapan, egoizmin pençesinde kıvranan; medya, sanal dünya, film, futbol gibi neredeyse hayatın bütün alanlarını şekillendiren bütün mecralarda, hız, haz ve ayartı peşinde koşturan, duyarlıklarını yitirmiş, dünyanın sorunlarına yabancılaşmış, düşünme melekeleri dumura uğramış, sorumluluk bilinci sıfırlanmış nesillerin hızla ortaya çıkmasını başka türlü izah edebiliyor musunuz? 

Bu virüs salgınının kardeşlik, yardımlaşma, kanaatkârlık, tevazu, fedakârlık, diğergâmlık gibi kurucu değerlerimizin yok olmaya yüz tuttuğu; her şeyin izâfîleştiği, anlamsızlaştığı ve bittiği, bütün dünyada değerlerin yerle bir olduğu, sosyal yapıların çatırdağı, ailenin yok edildiği, maneviyatın hayattan çekildiği; futbol, müzik, medya gibi kültür endüstrisinin nefse hitap eden ayartıcı güçleriyle insanlığı büyük bir ontolojik felâketin ve manevî boşluğun eşiğine sürüklediği bir zaman dilimine denk gelmesi sizce tesadüf olabilir mi?

Farkında mısınız bilmiyorum ama insanlık bu sorunlara karşı cesur çözümler üretmek için hayal gücü ve cesaretini yitirmiş durumda. Dünyada ne olup bittiğini anlamayan Asya, Afrika, Latin Amerika, Arap Alemi ve Doğu Avrupa ülkelerinin liderleri halen ondokuzuncu yüzyılın köhnemiş siyaset dilini kullanmaya devam ediyor.

Peki çözümümüz ne?

Öncelikle şuna samimi bir kalple inanmak zorundayız.

İnsan; âlemin, tabiatın ve bütün varlıkların dengesini korumak, sadece insanlar arasında veya sadece inananlar arasında değil, bütün yaratılmışlar arasında mizanı, dengeyi, ölçüyü, adaleti temin ve tesis etmek; teminat altına almakla mükellef kılınmıştır.

İnsan, bu mükellefiyetle varlıklar âleminin bir parçası olduğu ve varlıklar âleminde Allah’ın adaletini tesis etmekle yükümlü kılındığı için;  başka insanlara da, başka varlıklara da, tabiata da zarar vermesi; diğer insanlar ve varlıklar üzerinde de, tabiat üzerinde de tahakküm kurması düşünülemez. Zira insan bu yükümlülüğünü yerine getirdiği ölçüde hakîkî kul olur.

Elbette ki, gücün kutsandığı ve putlaştırıldığı bir çağda, varlığınızı koruyabilmeniz için belli bir güce ulaşmanız kaçınılmaz.  Ama güç üreten araçları, amaçların ve en önemlisi insanın önüne geçirirsek, hakikati yitirir; bununla birlikte sevgiyi, merhameti, kardeşliği, yardımlaşmayı, bir ve beraber olma ruhunu yok eder;  bilimin ve teknolojinin kölesine dönüşür, insanlığın su kadar ekmek kadar ihtiyaç duyduğu adaleti insanlığa yeniden sunma imkânlarımızı kaybederiz.

Amaç bilim, teknoloji, dolayısıyla güç üreten araçlara hâkim olmak değil; ait olduğumuz manevi mirasın ışığı altında insanoğluna daha âdil ve yaşanabilir bir dünya sunmak olmalıdır. 

Biz özellikle şu kaygan zeminde patinaj yapıp sahip olduğumuz bu manevi mirasın farkına varamaz, hakîkî ilerlemeyi insanın olgunlaşması, kemal merdivenlerini tırmanması, insanca bir dünya kurma çabası olarak göremezsek; araçları amaç hâline getirenlerin, gücü kutsayarak ilahlaştıranların oluşturduğu cehennemde, insanlığı felâketin eşiğine sürükleyen çıkmaz sokaklarına sapmaktan da kurtulamaz,  hakikati kaybederiz.

Kimbilir, belki de  bu hakikat ruhundan uzaklaştığımız için yerkürenin stratejik haritalarının yeniden çizildiği bu yol ayrımında ülke olarak ard arda yaşadığımız “doğal” ve kültürel şoklar, depremler, anormallikler; kendimize olan güvenimizi, geleceğe güvenle bakabilme melekelerimizi her geçen gün yok ediyor ve toplum olarak geleceğimizden, hatta yarınımızdan bile emin değiliz.

Geleceğe sağlıklı bakabilmemiz için, sağlam bir yerde duruyor; ayaklarımızı bulunduğumuz yere sağlam basıyor olmamız gerekir ancak görünen o ki, biz, bulunduğumuz yerin neresi olduğunu bile tam olarak bilemiyoruz. Tarihimiz, hafızamız, kültürümüz, anlam haritalarımız yok sayılmaya çalışıldığı için, nereye basabileceğimizi de, nereye doğru yürüyeceğimizi de, dolayısıyla yürüyüşümüzü engelleyebilecek duvarları nasıl aşabileceğimizi de kestiremiyoruz.

(Devamı yarın)

<