CORONA KÜLFET Mİ NİMET Mİ? (3)
Çözümsüz müyüz?
Hayır tabi ki!
Her zorlukla birlikte mutlak bir kolaylık verdiğini vaad eden İlahi kudretin insanoğluna yaşattığı her musibetin hem vazifeleri hem de bu yaşanmışlıkların kazandırması gereken beklentileri var.
Okuyor, izliyor, görüyoruz. Gerek yazılı ve görsel medyada, gerek sosyal medyada özellikle bu musibetin dünyaya neden musallat olduğu konusunda yanlış inanışların kıskacında buz tutan gönüller, batıl yaklaşımların istilasıyla tıkanan zihin kanallarıyla yığınla öngörü var.
Ancak şu bilgi kirliliğine rağmen ben asla umutsuz değilim çünkü virüs sonrası evine kapanan insanlığın, içsel bir yolculukla insan olam erdemini yakalayacağını düşünüyor ve bu illetin külfet değil nimet olduğuna inanıyorum.
Zira eve kapatılan ve dışardaki gürültüden iç sesini duyamayan insanlık, bu sisli havada o sese yeniden kavuşarak her şeyin güç ve para olmadığını anladı. Paylaşmanın, dostluğun, empatinin, merhametin, vicdanın ve adaletin yeniden önemli olduğunu fark etmeye başladı. Daha iyi bir gezegen için neler yapılması gerektiğini düşünmeye koyuldu.
Çünkü her ne suretle olursa olsun, her çaresizlik, beraberinde “yeni arayışlar”ı da getirir. Yaşanan çaresizliğin büyüklüğüyle orantılı olarak “uzun soluklu muhasebeler” yapmaya mecbur kalır insan. Şu an işte tam da böylesi bir “hesaplaşma” ve bir gelecek tasavvuru geliştirme noktasında duruyoruz.
Bu nokta çok önemli çünkü bu tür hesaplaşmalar hayatı ve hakikati bütün boyutlarıyla idrak edebilmemizi sağlayabilecek algı kapılarını sonuna kadar açar. İnsanı içindeki ölüm korlusu ile yüzleştirerek şefkat, merhamet ve adalet duygusuyla yeniden donatır. Zira ölüm fikri insana, hem bu dünya hayatının geçici ve sınırlı olduğunu, hem de ruhunda saklı bulunan ölümsüzlük fikrinin izini nasıl sürebileceğini öğretir.
Bizler insanlığın dün umudu olmuş, yarın da umudu olabileceğini gösterecek kadar dünyanın mazlumlarına, yoksullarına, kimsesizlerine kucak açan mümbit bir coğrafyanın evlatlarıyız.
Adalet, asalet, hakkaniyet, sulh, selâmet, fedakârlık, ferağat, kanaatkârlık, kardeşlik gibi insanlığın insanca yaşamasını, insanca ve hakça bir dünya kurmasını mümkün kılan en kadîm değerleri hayata geçiren bir medeniyetin çocukları olarak bu medeniyetin dinamiklerine sıkıca sarılmış, sâbitelerine, ruh köklerine yürekten sahip çıkan bir coğrafyanın çocuklarını hiç bir maddî güç yok edemez. Buna imanım tam.
Ancak, zihnimizi çağdaş hurafeler çöplüğünden soyutlayarak; haritaların yeniden çizildiğini, bildiğimiz dünyanın çöktüğünü, yeni bir dünyanın kurulduğunun farkına varıp; toplumu kenetleyecek, bütünleştirecek, farklılıkları zenginlik olarak değerlendirecek, asgarî müşterekleri pekiştirecek, kısacası bütün kesimleri kucaklayacak ve aynı hedefe yönlendirecek politikalar oluşturarak medeniyet coğrafyamızı diriltmek; birliğimizi, dirliğimizi, kardeşliğimizi pekiştirecek köklü adımlar atmak zorundayız.
Kabul ediyorum.
Gönül ve ruh coğrafyamız satırlarımın başından beri saydığım sebeplerle paramparça bugün. Ama bunun farkında olmak dahi direnişin, teslim bayrağı çekmeyişin ve yeniden toparlanma iradesinin beyanı olsa gerek. Eğer gönül ve ruh coğrafyamızda kendimizle buluşabilir, “biz”e ulaşabilir; kısa, orta ve uzun vadeli hedeflerle içimizdeki karanlıkları aydınlığa boğabilirsek, inanıyorum ki bizim önümüzde kimse duramaz.
Lafın özü, bu süreç kendimizi doğurma süreci ve bence külfet değil başlı başına bir nimet.
Farkında olabilme temennisiyle…
(Bitti)