Değişim
İnsan ve toplum arasında bir işbirliği vardır. İnsan ve insan ilişkileri toplumu yaratır, toplum da insanın olanaklarını, aklını, sevgisini, yaratıcılığını tam olarak geliştirmesi için gerekli şartları sağlar. Bu imkanı kullanabilen azınlık, uyumlu ve cezbedici bir toplum için çabalayan, sosyal ve ekonomik temelleri aklın ışığında yaratan dinamolardır.
Günümüzde cazip olan herşeyin filizlendiği ve ortaya çıktığı bölge Batı Avrupa olduğundan dolayı insanlar yönünü Batıya dönmektedir.
Peki Batıdaki müthiş ekonomik ve toplumsal temellerin özü nasıl oluşmuştur?
Aslında her şeyin temelinde matbaanın icadıyla ivmelenen bir bilgi patlaması mevcuttu. Araştırmalar ve buluşlarla bilinmeyenler bilinmeye başladı. Maddenin büyük patlama sonrası evrende yayılıp genişlemesi gibi bilgi de toplumda yayılıyor, sanat ve bilimde gelişmeler yaratıyordu. Bu gelişmeler topluluğun ihtiyaçlarının tatmin olmamış olmasından dolayı topluma yeni bir yön verme zorunluluğunu ortaya koyuyordu. Bilgi, insan eylemini kimi zaman mevcut düzeni yıkmaya, mevcut hukuk düzenine karşı gelmeye, kanuna aykırı olarak harekete geçmeye zorluyordu. Dayanağını direnme hakkında bulan bu bilgi patlaması eskimiş, yıpranmış ve iktidarda bulunanların zorla devama çalıştıkları eski düzenin yıkılmasını öngörmekteydi.
Bilginin kullanımı arttıkça birey, birey ihtiyaçları ve özgürlükleri ön plana geçti, bireyi ve birey özgürlüklerini kısıtlayan gelenek ve kurumlara karşı yeni fikirler gün yüzüne çıktı. Popülaritesi doruklarda olan kilise bu yeni fikirler altında eziliyordu ve sonunda kilisenin bilgi üzerindeki dogmatik tekeli kırıldı. Ama bu o kadar kolay olmadı. Batı toplumları kiliseye ve devlete karşı yürütülen bu mücadeleyi kazanmak için uzun ve kanlı bir mücadele verdi. Skolastik düşünce yerini bilimsel düşünceye bıraktı. Devletin egemenlik alanı dışında yeni ekonomik ve siyasi kurumlar şekillendi.
Bilgi, zenginliği de beraberinde getiriyordu. Bilgi denizciliği geliştirdi, buharlı gemilerle daha uzun yollar katedildi, yeni topraklar keşfedildi. Bu topraklarda koloniler kuruldu. Kolonilerden gelen hammadde ile sanayi ve ticaret gelişti. Bu kolonilerden büyük gelirler elde edildi. Bu geliri elde edenler kolonilere kendi medeniyetlerini taşıdılar. Sanayi ve ticaretin gelişiminin ortaya çıkardığı organizasyonlar devletleri yüksek vergi gelirleri ile zenginleştirdiler. Bu zenginliği sağlayıcı unsurların denetim altına alınması ve zenginliğin sürdürülebilir olması şarttı. Bu sömürgeci anlayış başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Batı Avrupa’yı dünya coğrafyası ve ekonomisine hakim, dünya siyasetinin ise belirleyicisi yaptı. Amaç daha çok paraydı. Yirminci yüzyılın başına gelindiğinde dünya coğrafyasının yüzde seksen yedisi doğrudan Batı Avrupa'nın denetimi altındaydı. Batı değerleri evrensel bir değer olarak dünyaya hakim olmaya başlamıştı.
Dünya üstünde Batı ve diğerleri vardı. Batı ve batının değerleri ileriyi, diğerleri ise geri toplumları temsil ediyordu. Diğerlerinin özellikle yönetici ve aydınları kendilerini bu ikincil pozisyondan son derece rahatsız hissediyordu. Gerilikten kurtulmanın yolunu bir şekilde Batı gibi olmak için Batıya benzemek olarak görüyorlardı. Batılı kurum, düşünce ve ideallerin yayılması böylece daha hızlı ve daha kolay hale gelirken diğer toplumların kendi din ve felsefe geleneklerine bağlılıkları da azalıyordu.
Bilgi, Batı dışı toplumlarda kendine taban buldukça bu toplumlar kendilerine özel bir fikir cephesi oluşturuyor, toplumun geri kalanında da değişiklik fikrinin tohumları atılıyor ve fikirler devamlı geliştiriliyordu. Düşünürler, yazarlar ve filozoflar ortaya koydukları söz, yazı, davranış ve eylemleri ile toplumsal davranışa yön veriyorlardı. Amaç; akla dayanan yeni bir sosyal düzen arayışıydı. Yeni fikirlerin halk kitlelerince benimsenmesi, bu fikirlerin daha da güç ve kuvvet kazanması gerekiyordu. Bu gerçekleştikten sonra fikirler eyleme geçecek, aksiyon safhası başlayacaktı.
Batılı olmayan toplumlar Batılılaşırken kendine has bir takım yöntemler kullanıyorlardı. Ama her şeyden önce o toplum için değişim ihtiyacının ortaya çıkması gerekirdi. Sürekliliğin bir parçası olan değişim kendi devamlılığını tehlike altında gördüğünde meydana gelen bir rekabet isteğidir. Bu değişimi değiştirmek isteyen ve değişmek isteyen şeklinde ikiye ayırabiliriz.
Dünyanın büyük bir kısmında özellikle Asya ve Afrika topraklarında bu değişim değiştirmek isteyenlerin yani Batı’nın zorlamasıyla ortaya çıktı. Bu topraklarda siyasi ve askeri altyapısı olmayan ülkeler Batı tarafından işgal edilerek doğrudan sömürge haline getirildi ve değişime zorlandılar. Bu zoraki bir değişimdi.
Bazı ülkeler ise sosyal, ekonomik ve siyasi alanlarda Batı ile rekabet edebilmek için oyunu Batının kurallarına göre oynamak gerektiğini düşündüler ve gönüllü olarak Batılılaşmayı tercih ettiler. Bu gönüllü bir değişimdi.
İki toplum veya medeniyet karşılaştığında ekonomik, siyasi ve askeri yönden meydan okuma-etki ve karşılık verme-tepki mekanizmaları ortaya çıkmaktadır. Özünde bu eski ile yeninin, geleneksel ile modernin karşılaşmasıdır. Mutlaka bir etkileşim gerçekleşir. İşin doğası karşı taraftan alıcılığı savunan yaratıcı azınlığın ortaya çıkmasına evrilir. İnisiyatif alıcı toplumun içinde mevcut geleneksel yöneticilerden yeniyi benimseyen yaratıcı azınlığa geçer. Yaratıcı azınlık toplumu kırsal ve tarım ağırlıklı yaşam biçiminden kentsel ve sanayi ağırlıklı yaşam biçimine geçirir. Toplumsal ve ekonomik dönüşüm bütün yönleriyle gerçekleştiğinde toplum yapısı esaslı bir şekilde değişmiş olur.
Türk toplumu için de benzer bir değişim söz konusu olmuştur. Bu değişim gönüllü bir değişimdir. Öncelikle, Batıda değişimin öncülüğünü üstlenen burjuvazi Osmanlı'nın geleneksel toplumunda mevcut değildi. Amerika'nın keşfi ile Avrupa'ya akan değerli madenler Osmanlı piyasalarını altüst etmişti. Ümit burnunun keşfedilmesi ile Osmanlı'nın hakim olduğu İpek Yolu önemini yitirmiş, bu yol üzerindeki ticaret ve sosyal hayat olumsuz etkilenmişti. Batı insan düşüncesini aklın önderliğinde yeniden biçimlendirerek dünyayı yeniden yorumlarken Osmanlı geleneksel dini unsurların tutucu baskısı altındaydı. Osmanlı eski devlet modeli ile askeri, ekonomik ve toplumsal sorunlarını çözmeye çalışmış fakat istenilen sonucu alamamıştır.
Batının her bakımdan donanımlı ve dünyaya hakim pozisyonu Osmanlı'nın Batı’yı model almasına sebep olmuştur. Önceleri çok az yönetici bir elitin peşinde olduğu bu arayış zaman içerisinde bürokrasinin çoğu tarafından daha teşkilatlı ve bilinçli bir hareket halini almıştır. Batıda eğitim alan veya görevlendirilen veya Batı tarzında eğitim veren kurumlarda yetişen insanlar Batıya ilişkin edindikleri bilgi birikimini topluma aktarmışlardır.
Tanzimattan beri devam edegelen modernleşme çabaları cumhuriyetin kuruluşu ve ardından yapılan inkılaplarla en yoğun biçimde ortaya çıkmıştır. Bu beraberinde kültürel ve toplumsal altüst oluşlar ortaya çıkarmıştır. Çünkü geleneklere bağlı ve eskinin yok olmasını kabul etmek istemeyen önemli bir halk kitlesi mevcuttur. Geleneksel toplumun oturmuş siyasi toplumsal kimlikleri, kişisel ve toplumsal denetim mekanizmaları hızla yok olmaya başlayınca değişimi ilahi düzene başkaldırı gören kitlelerde memnuniyetsizlikler ve tepkiler oluşmuştur. Yerleşimin yüzde sekseni köy olan toplumun şehirli gibi düşünmesi ve davranmasını isteyen değişimi isteyen yaratıcı azınlık bu tepkileri gerici yaklaşımlar olarak değerlendirmiştir. Zamana yayılması gereken değişim çok ani şekilde meydana geldiğinden dolayı yıkıcılığı ve sarsıcılığı şiddetli olmuştur. Bu sarsıntıya uyum sağlamak için kırsaldan kente göç eden kitle ise geçen yıllara rağmen gerçek kentli kültürüne tam anlamıyla vakıf olamamıştır. Bu kırılgan altyapı günümüzde bireysel ve toplumsal sorunlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye halen değişimin son aşaması kabul edilen toplumsal ve ekonomik dönüşümü bütün yönleriyle gerçekleştirememiştir ama gerçekleştirmek zorundadır. Çünkü yaşama hakkı doğada olduğu gibi değişerek çevre şartlarına en iyi uyum sağlayanlarındır.