M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

DERDİNDEN KAÇANIN DERMANI OLUR MU? (1)

Söyleşilerimden biri idi sanırım farkındalığı yakalayabilmiş bir genç sormuştu; 

“Hocam bir avuç sahabe nasıl oldu başardı da biz bugün yaklaşık iki milyar insan başaramıyoruz?”

Akabinde de başka bir genç merakla atılmıştı;

“Hocam neden biz insanlığın atası iken bugün her şeyi geriden takip eder hale geldik sizce” diye.

Her iki gence de “samimiyet” demiştim o vakit ve eklemiştim;

“Sahabe, davası ve inancında samimi idi ve gayreti bu samimiyetini güçlendiriyordu. Bu yüzden olsa gerek ki bir avuç dediğimiz sahabe içindeki inanç ve bu inancın beslediği bir samimiyetle Medine gibi kuru bir çöl şehrinden medeniyete ulaşabildi ve bizler bugün o medeniyetin miras yedileri olarak üzerinde tepindiğimiz manevi mirastan bihaber durumda elin oğlunu gıpta ile izliyoruz. 

Ama elin oğlu diyerek bir taraftan “kafir” diyerek ötekileştirdiğimiz, öbür taraftan da ürettiklerini hayatımızın her alanında kullandığımız insanlar da kabul etmesek de davalarında samimi ve ilahi kodlama inanan inanmayan ayırmadan sünnetullah gereği “çalışana, gayret edene” veriyor. 

Bakın bugünkü halimize; 

Gözlerimizde yapışıp kalmış bir endişe, kalplerimizde tarifi imkânsız bir hüzün, dilimizde aldığımız nefesler boyu uzayıp giden kavli dualar ve aklımızda bitip tükenmek bilmeyen sorular var. Artık güzel bir haber aldığı için mutlu olan kimseler değiliz, zira kahreden bir olay yaşamadan günü tamamlamış olmak bizi mutlu etmeye yetiyor. Özellikle 2020 yılında yaşadıklarımızla başımıza gelebilecek hiçbir felakete şaşırmayacak kadar acıya ve kötülüğe bağışıklık kazandık neredeyse. 

Yalnız kaldığımızda kendimize, arkadaş ve dost sohbetlerinde birbirimize, kaygılı ama yine de bir umut barındıran ve yalvaran gözlerle soruyoruz: 

Bu gidiş nereye? 

Bir gün bu kâbus biter mi?

Sizi bilmem ama ben bu soruya; 'biter' diye cevap veremiyorum maalesef. 

Bitmez! 

Peki neden bitmez?

Çünkü bugünkü tablo kolektif kibrimizin, kitlesel kayıtsızlığımızın, ölçüsüz tutumlarımızın, düşüncesiz kararlarımızın, salgın gibi yayılan narsizm ve bencilliğimizin, idrak yetimliğimiz ve tüketim hırsımızın bedeli olarak ortaya çıktı.  

İnsanlık, eşyaya ve makineye teslim olduğu günden beri çıkmaz bir sokağın eşiğinde debelenip duruyor ve artık hemen her birimizin sonunu görebildiği bir uçuruma doğru sürükleniyor. Güle oynaya hem de.

Evet, yanlış okumadınız; “güle oynaya!”

Zira nefsini vicdanına imam kılarak tazim ettiğimiz yeni putlarımız olan hız, haz ve ayartıcı güçlerle hayattan, hakikatten ve hatta kendimizden kaçıyoruz artık. Hız, durup düşünmemizi imkânsızlaştırırken; haz, düşünme melekelerimizi iptal ediyor. Direk nefsimize ve beşerî yönümüze hitap eden ayartıcı güçler ise, hayata değmemizi zorlaştırıyor; gerçek hayatı değil medyalar, imajlar ve algılar üzerinden sanal olarak icat edilen sanal bir hayat yaşamamızı sağlıyor ve sanal bir dünyanın labirentine gömüyor her birimizi.

Bu yüzden olsa gerek ki meşru meşguliyetlerimizin yerine mecburiyetleri, mazeretleri, olmazsa olmazları; kendimizle baş başa kalıp yapmamız gereken tefekkürün yerine yığın yığın birikimleri, tekamülün yerine on adımda gelişim pratiklerini koyduk. 

Bu yüzden olsa gerek ki kişisel gelişim drajeleri yok satıyor artık. Uzmanlar yediden yetmişe herkesin antidepresan müptelası olduğunu haykırsa da gözlerimiz kendimizden başkasını görmüyor, kulaklarımız ise sadece kendi sesimize odaklı.

Bu yüzden olsa gerek ki ahlakın yerine etiği, hikmetin yerine mantığı, idrakin yerine kuru aklı, zevklerin yerine trendleri, tahayyülün yerine kurguyu, tasavvurların yerine tasarımları, tabiatın yerine reprodüksiyonlarını koyduk. 

Bu yüzden olsa gerek ki sayıları giderek azalıyor derdini dava edinmiş, fikrin yükünü çeken insanların. 

(Devam edecek)

<