DOĞRU OKUYAMADIK! (2)
Bu açıklamaların ışığında 15 Temmuz gecesine dönersek eğer; hep haykırdığım 'Allah'ın bu toplum üzerinde bir muradı var' hakikatinin doğuşu; bu lütfa mazhar olmanın kabarttığı gönüllerden yanakları ateş gibi yakan gözyaşları, vatan uğruna serden geçen gencecik fidanların imanlarına şahit kıldıkları canlarının suretinden seyredilirken, bu mümbit coğrafyaya gelecek belalara karşı en büyük silah, uçak, tank ve tüfeğe silahsız meydan okuyup hepsini alt edebilen bir kardeşlik şuuru ve bu şuurla taçlanan birlik hususiyetinin huzurunu yudumladık mı o gece, pekâlâ evet.
Ama sanki bu olan biteni (girizgâhta andığım gibi) “duygusu bizi tatmin ettiği için” bilgisiyle ilgilenmedik veya yanlış okuduk ve bir şeyler eksik kaldı.
Zira oyun bozulmadı, sadece deşifre edildi ve bu deşifrenin şifrelerini çözmek, bugün bize nasıl bir tehlike oluşturduğunu görmek için etrafımızda olan bitene, hatta bırakınız etrafı, kendi din anlayış ve yorumlayışımızdaki savrulma ve lakaytlığa dikkat kesilmemiz kâfi gelecektir.
Çünkü 15 Temmuz’da kendi insanına bomba yağdıran bu zihniyet ve benzerleri, asıl katliamı yıllardır tanksız, topsuz, silahsız milletin inancına karşı yapıyor.
Bu yüzdendir ki, insanlık acı ve ızdıraplarının başkaldıran sesi olarak doğmuş bir din, insanlık acı ve ızdıraplarını “kader” diyerek bastırmanın aracına haline geldi.
Bu yüzdendir ki, “zülme isyan” olarak doğmuş bir din, zulme rızanın, harâma biatın telkin aracı oldu. “Haksızlığa itiraz”ın soylu sesi olan bir din, haksızlık karşısında susan dilsiz şeytanların yalaka yuvasına döndü.
Bu yüzdendir ki, “hiçbir ücret istemiyorum” diyerek saf bir yürek temizliği ile başlayan bir din, pazarların en büyüğü, sektörlerin en kârlısı haline geldi.Kuru hurma yiyen bir kadının oğlu (tüm değerlerim ona feda olsun) din pazarlarına meta yapıldı.
“Kölelere özgürlük” diye doğmuş bir din, insanları köleleştirmenin vasıtası haline geldi. “Aklını kullanmayan pisliğe batar” diyen bir dinin mensupları, insanlık liginde akıl tutulmasının şampiyonu haline gelerek, “vahiy” adına akıl düşmanlığının kalesine dönüştü. Sağlığında müşriklerin bütün mucize isteklerini ısrarla reddeden, “Ben de sizin gibi bir beşerim” diyen peygambere, ölümünden sonra müşrikler ne istediyse hepsi yaptırıldı.
İşte biz, bu hazin tükenişi okuyamadık. Gördüğüm kadarıyla okuyamıyoruz da. Resmin büyüğünü görme arzusu, asıl olanı detay zannetmeye mahkûm ediyor bizi.
Dolayısıyla bu tarafa yönelmeyen, öze dönüş konusunda çaba sarf etmeyen bu mücadelede de sınıfta kaldık. Evet, bu çağrı dirilme azmindeki vicdanlara ulaşarak, Rabbimizin muradı ile hak ile batıl bu kadar yan yan geldi ama, biz aradaki uçurumu hala fark edebilmiş değiliz kanımca.
Zira dünü, bugünü ve yarını sezebilenler farkındadır ki, sadece “suç” ve “suçlu” üzerinden yapılan bir mücadele, bataklıktaki birkaç sivrisineği etkisiz hale getirmekten öte bir anlam taşımaz. Bu mücadele, dinî tahrifatlar bertaraf edilerek, hâlâ etkisi devam eden aldatmacaları çürüterek, istismar bataklıklarını kurutarak başarıya ulaşabilir ve top yekûn bir seferberlikle özlem duyulan o mümbit günlere dönülebilir.
Peki, çözüm ne?
Kanımca bu konuda en büyük görev Diyanet İşleri Başkanlığı’na düşüyor.
Ama 26 Temmuz 2017 tarihinde yayınladığı rapor ile “bu tehlikeye” gecikmeli de olsa işaret eden Diyanetin o günden sonra bizzat kendi yayınladığı rapora uygun adımlar attığını (yakinen takip etmeme rağmen) ben görmedim. Gidişat göremeyeceğimizin de habercisi.
Oysa ki, haşyet ve ümit arasında akleden kalpler olarak; eğer zulmetten nura, zilletten izzete ilerlemek istiyorsak bu mücadeleyi top yekûn başlatmak, din kavramını toplumsal ve kamusal bir argüman olmaktan çıkarmak ve kişinin bireysel tercihine bırakmak; suya kanmak istiyorsak ilkin kabımızdaki fırtınayı dindirmek zorundayız. Çünkü eksikliği yaşanılmayan, özlemi çekilmeyen nimet kişiye verilmez. Yakıcı gerçekleri önceden görmek ve ona göre kalıcı önlemler almak zorundayız.
Sonuç olarak geçmişe dair önümde her şeyden daha önemli iki şey duruyor;
Birincisi ; (geçen yıl dönümünde arz ettiğim gibi) gafillerin müntesip ve muhiplerinin tamamını hapse tıksanız dahi, o yapıyı bu hale getiren en büyük yanlışı, aldatmacaları, istismar bataklığını hayatınızdan söküp atamadığınız, Rabbinizle aranızdaki tüm aracıları kaldırmadığınız, Rabbin kelamına bizzat size vahyolunmuş gibi sarılmadığınız ve hatta üstüne bir de o zihin yapısından mülhem işler yaparak dine hizmet ettiğinizi sandığınız müddetçe belki “bugünü” kazanabilirsiniz ama kesinlikle 'yarını' kaybedersiniz ki, tarih bunun nice örnekleriyle doludur.
İkincisi; ülke içinde birlik, kardeşlik ve bütünleşme ortamını korumak, pekiştirmek, farklılıkları kaşımamak, asgarî müştereklerimiz üzerinde yoğunlaşmaktır ki; 15 Temmuz'la mühürlediğimiz “bir olma” şuurunu her bir kardeşimizin gönlüne dokunacak kadar büyütmek ve mümbit coğrafyamızı tıpkı dedelerimiz gibi yeryüzüne nizam veren bir yurt haline getirmek zorundayız.
İşte o an şehitlerin kanları, evlatlarının gözyaşları, annelerin semaya kalkan avuçları lütfedilen edilen emanetin şükrüyle karışarak göğe yükselecek. Yaşlıların tevekkülü, gençlerin cesareti, dervişlerin zikri sarhoşların hıçkırıkları, kadınların metaneti erkeklerin kahramanlığı, Kürtlerin öfkesi Türklerin azmi, Sünni’nin tesbihatı Alevi’nin duasıyla bir olacak ve bu bir oluşla farklılıklarımızı nimet bilip geleceğe yürüyeceğiz.
Bu idrak ve şuurla “hubbu'l-vatan mine'l-iman” (vatan sevgisi imandandır) sırrınca canlarını ve kanlarını imanlarına şahit kılan nasipli dirilerimize Rabbimden rahmet; bununla şereflenen ailelerine sabr-ı cemil dilerim.
Dua ve müebbet muhabbetle.
(Bitti)