M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

EĞİTİMDE "ORTAK AKIL" ZORUNLULUĞU (1)

Rıfat Ilgaz’ın “Hababam Sınıfı”ndaki “Mahmut Hoca” karakterini hatırlamayan yoktur sanırım hem eski hem de yeni jenerasyon içinde. Hayran olduğum bir eğitimci profili çizen rahmetli Münir Özkul’a çok da yakışan bir rol olan bu karakterin beni hayran bırakan tarafı “insanı” merkeze alıp, gençlere okuldan, eğitimdem, dersten, kitaptan daha çok değer vermesiydi. Çünkü eğitim sürecinin asıl amacını ziyadesiyle gözümüzün içine sokan bu karakter; hem gençlerimize hem de eğitim caimasına “olmazsa olmaz”larımızı beynimize ilmek ilmek nakşediyordu. Ama biz bugün bu denli hayati bir mevzuda gençlerimizi, onların ilgi, istidat, kabiliyet ve yeteneklerini odak noktamız yapacağımıza nitelik değil nicelik peşine düşmüş ve uzmanların ciddiyet ve özenle ele alınması gereken bir mevzuyu yazık ki siyasete alet etmiş durumdayız.

Ekim ayında yönetici ataması

Yürütmekte olduğumuz “İnsan İnsana Emanettir” projemiz kapsamında dolaştığımız il ve ilçelerde doğal olarak muhataplarımız okul ve kurum müdürleri ancak koca yaz tatili dururken Ekim ayında, eğitim öğretimin en yoğun olduğu bir dönemde bir okula veya kuruma atama yapmak hangi zihnin ürünüdür anlamak mümkün değil. 

Girdiğimiz kurumların hemen hemen hepsinde okul ve kurum müdürlerinin henüz atandığını; hatta bir kuruma aynı gün içinde yapılan atamaların değiştirilmesini “akıl tutulması” yaşayarak izledik. 

Oysa ki; temiz bir aklın ürünü, eğitim öğretim gibi ülkenin yarınlarını şekillendiren bir süreci gerçekten ciddiye alıyorsa yapması gereken atamayı yaz tatilinde gerçekleştirir; hem atadığı insanın adaptasyonunu sağlar, hem de planlı ve programlı bir çalışma takvimi hazırlamasına zaman ve imkân yaratır. Sürecin en yoğun olduğu bir dönemde yapılan böylesi bir atamada oraya atanan yöneticiden verim beklemek ise idrak yetimliğidir. 

Sınıfta kalma acilen gündeme gelmeli

Bir önceki yazımda ve eğitime dair tüm makalelerimde 9.sınıfa kadar geldiği halde “okuma yazma öğrenememiş” ya da “idrak edebilme yeteneğini elde edememiş” gençlere ısrarla vurgu yapıyorum. İşin mutfağında alın teri döken kurum müdürleri, rehber öğretmenlerimiz ve idarecilerimizle yapılan görüşmelerde bu konu gündemdeki yerini koruyor zira herkes bu konudan muzdarip durumda. Okula sadece 10 gün devam eden bir öğrencinin sınıf geçmesine onay vermek, okuma yazma dahi öğrenememiş bir genci liseye geçirmek hatta kaydını yapmak okullardaki okumaya azimli gençlerin de önünü tıkıyor. Çünkü onlara sarfedilmesi gereken efor ve enerjinin büyük kısmı sözünü ettiğim okuma yazma öğrenememiş ya da okuduğunu anlamada yetersiz gençlere harcanıyor. Bu da hem sınıfın hem okulun eğitim öğretim kalitesini olumsuz anlamda ve ciddi bir şekilde etkiliyor; iş yapabilme azmini törpülüyor ve ortaya doğal olarak “başarısızlığın” resmi çıkıyor. 

İmam Hatip Liseleri’nin durumu

Bir zamanlar hem modern bilimlerin öğretildiği hem de dini bilgilerin verildiği ve toplumun göğsüne iyilik, güzellik, merhamet ekmek adına önemli kanaat önderleri yetiştiren, benim de “manevi ordularımız” olarak görmek istediğim İmam Hatip Liselerimiz için “dindar bir nesil yetişsin” diye Milli Eğitim bütçemizin azımsanmayacak bir payını Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’ne ayırıp devasa binalar yapıp tıka basa malzeme doldurmuş durumdayız ki veriler normal liselere harcanan kişi başına düşen harcama miktarının yaklaşık 2,5 katını İmam hatip liselerine aktardığımızı gösteriyor.

Eskiden daha çok “geleneksel” dindarlarımızın çocuklarını “şehir yaşamının kötülüklerinden” korumak için yolladığı ve sınavla öğrenci alan, dindar kesimin çocuklarının devlet denetiminde sağlıklı bir din eğitimi almasından memnun oldukları; oldukça da kaliteli ve seviyeli mezunlar veren bu okullarımız ziyaret edip gördüğümüz kadarıyla inanın perişan durumda. Dışı çok güzel ama içerde bişey yok. Şu ana kadar ziyaret ettiğimiz 1400 küsur okul içinde yanlış anımsamıyorsam 425 civarı İmam Hatip lisesi idi ama dinimizin ilk emri olan “oku” emrine ait net cevap alabildiğim onbinlerce genç içinde cevap verebilen sayısı dahi bir elin parmaklarını maalesef geçmiyor. 

Bakanlığımız bu konuda “Proje İmam Hatip Liseleri” konusunda çok önemli ve güzel bir adım attı ki “proje” okulu olarak belirlenen okullarımızın emin olun yöneticisi de personeli de öğrencisi de “ben burdayım” mesajını çok net verebiliyor. Ama bu adımın devamı gelmeli; daha çok imam hatip lisesi açmak yerine mevcut olanların eğitim kalitelerinin yükseltilmesi için artık “niceliğe” değil “niteliğe” önem verilmelidir. 

Üniversitelerimizin çoğalması bir başarı ölçütü değil!

Devlet, vakıf fark etmiyor, ülkemizde çok çabuk üniversite kurulabiliyor. Hatta kurmakla kalmayıp en fazla üç beş yıl içerisinde her birine on binlerce öğrenci alıyoruz. Son açıklanan verilere göre üniversitelerdeki öğrenci sayımız 8 milyonu aşmış durumda. Nüfus yoğunluğu açısından hemen hemen aynı olduğumuz Almanya gibi bir ülkede ise bu rakam üç milyon civarında! Ama onların iş sorunu yok, mezun oldukları alanlarda çalışıyorlar, bizimkiler ise ne iş bulsalar girmeye razılar ama onu bile bulamıyorlar. Onlarda bir üniversitenin doktora eğitimi verebilmesi için en az 30 yıl geçmesi gerekiyor, bizde ise okul bittikten 3 yıl sonra doktoraya izin çıkıyor! Onlarda en son üniversite 40 yıl önce açılmış, bizde en iyimser haliyle 6 ayda yeni bir tane açılıyor!

Peki, Almanya daha çok üniversite açıp, daha çok öğrenci mezun edemez mi? Elbette yaparlar ama “Bize bu kadarı yeter, önemli olan ara insan gücü” deyip, mesleki eğitime ağırlık veriyorlar. Kafayı kaldırıp baktığımızda bugün, onlar, dünyanın en güçlü ekonomilerinden birine sahipler, bizde ise özellikle üniversite mezunlarının işsizliği en önemli sorunlarımızdan biri!

YÖK, pek çoğu dayatmayla ya da ticari amaçlarla kurulan üniversitelere açılış izni ve kontenjan verirken, istihdam olanaklarını da düşünmek zorundadır ve YÖK’ün hedefi, sadece kontenjanları doldurmak ve profesör sayısını artırmak değil; kaliteyi, insan gücü planlamasını ve istihdamı da dikkate almak olmalıdır.

Ara insan gücü yetiştiremiyoruz!

Toplumun lokomotifi olarak görebileceğimiz mesleki ve teknik liselere gidip ziyaret edin; ötekileştirip çaresizliği öğreterek ‘vasat’ ilan ettiğimiz, ‘akademik başarı’ algımıza kurban verdiğimiz ne kadar gencimiz varsa bu liselere yollamışız. Bu algı kurum yöneticilerinde bile mevcut. Aynı il hatta aynı ilçede bir taraftan fabrika gibi üretim yapabilen bir mesleki liseye karşılık, hiçbir şey üretemeyen okullarla da karşılaşabiliyorsunuz. Bina aynı bina, imkân aynı imkân, şartlar aynı şartlar olmasına rağmen üstelik. 

Bir okul müdürümüzün 5 yıllık zaman zarfında yollanan 1,5 milyon tutarındaki makinelerimizi “kullanabilecek kapasitede öğretmenimiz olmadığı için” cihazlarımız atıl durumda sözü hala dimağımda. 

Oysa ki ‘akademik başarı’ algımızdan vazgeçerek nitelikli insan gücüne yönelip bununla ilgili bir plan, program yapmayı başarabilsek gençlerimizin müthiş başarılara imza atacağına dair inancım tam. Yeter ki mesleki lise algımızı toplumsal düzeyde çözebilelim. Bu konuda adım atması gereken ilk merci Bakanlık ve bunun için de hamasi söylemlerin ötesine geçilip bu okullarımızın başarılarının ön plana birer namzet olarak çıkarılması gerekiyor. 

(Devamı yarın)

<