ESKİ BİR FOTOĞRAF…
Bu eski, siyah beyaz fotoğrafı bir kış günü, bir dağ köyünde çekmiştim. Fotoğraftakiler ,yıkılmış bir damın temelleri üzerinde halay çeker gibi omuz omuza durmuşlar…
Fotoğraftakiler ; soldan sağa başlığına beyaz yazma dolamış , üzerinde lacivert pazeniyle yaşlı kadın ailenin Ate(*)si, anası. Lacivert pazeni üzerinde beyaz çiçekler uçuşuyor. Ana kendini emniyete almış. Kat kat entarilerin altında beyaz içlik giymiş. Yün kuşağın üzerine bervanik (**) bağlamış. Altında kara şalvar, çorap ve kara lastik…
Ate’nin eteğine yapışan başı kabak, pijamalı, yalınayak ,somurtkan oğlan küçük yaşlı kadının torunu. Adını hatırlayamadım. Mamo’nun oğlu. Devamlı sümüğü akardı.
Yaşlı kadının solunda, sigara içmediği halde ağzında sigara ile poz veren delikanlı ,bir inşaatın beşinci katında kalıp yaparken düşüp ölen rahmetli Halo.
Büyük kardeş Mamo, beyaz gömlek, yelek, ceket, şalvar, düğüne gider gibi giyinmiş. Sert tütün içer, yediği acı isot ile ağzından alevler saçardı..
Önünde duran güleç oğlan Mamo’nun büyük oğlu.
En sağdaki kişinin kim olduğunu bilmiyorum. Kolu dışındaki her şeyi fotoğraf dışında kalmış.
Nedendir bilmem ne zaman baksam bu resme , bende sert bir tütün etkisi bırakır. Mamo’nun ağzında alevlenen isotun acısı ile sert tütünün dumanı genzimi yakar. Ne güzel bir aileydi. Hayır bereket vardı o zamanlar. Su vardı. Meyveler boldu. Arılar bal veriyordu.
Hayır bereket kalmadı bir zaman sonra. Suni gübreler, tarım ilaçları toprağı çürüttü. Kimsenin ağzında tad kalmadı.
Fotoğraftaki iki oğlan büyüdü. Büyükler, yaşlı kadın Ate , Halo ve Mamo öldüler . Zaman adamların hayatları üzerinde de hükmünü icra eyledi. Geride iki oğlan kaldı. Bir de ıssızlaşan toprak…
Bir gün dayıları bunlara şehrin yolunu göstererek ;
-Ula gurro(***)lar , bu köyde ne su var ne de toprak var. Var gidin buradan şehere. Sizi ancak şeher paklar, dedi .
Söz dinleyip temiz bir üst baş giyinip şehirde fırında çalışan dayılarının yanına indiler.
Dayıları , yeğenlerini yanına aldı. Fırında ayak işi yaptılar. Un çuvalları üzerinde yatıp kalktılar. Fırında yediler içtiler. Hamurkarların önüne dolu tekneyi alıp ,boşunu sürdüler. Yerleri silip süpürdüler. Lokantalara , bakkallara ekmek dağıttılar. Helva ekmek ile gün geçirdiler.
Hikayelerde zaman çabuk geçer…
Taşı toprağı altın İstanbul bunlara gel, deyince ,bunlar fırına veda edip ellerinde bavulları kara trene bindiler. Kara tren otuzaltı saat sonra Haydarpaşa’ya vardı.. Garın merdivenlerinde denizi gördüler. Sonra kalabalığa karışıp vapura bindiler.
Vatan Caddesi’nde hemşerilerinin kaldığı bir bekar hanına gittiler. Hemşerileri onlara birer üç teker alıp;
-Haydin ula gurrolar , elinizi tutun, ilerleyin, dediler.
İlerlemek için hemşerilerinin dolaştığı Vatan caddesini mekan tutular. Helva ekmek ile idare edip ,serbest piyasa şartları hükmünce aldıkları meyve ,sebzeyi bire alıp beşe ,ona sattılar.
O zamanlar İstanbul’da bozuk düzen var gücüyle sürmekte , kör tuttuğunu bırakmamakta idi. Enflasyon, yokluk pahalılık karaborsa almış başını gitmekteydi. Bunlar da tuttuklarını bırakmadılar. Elini uzatanların kollarını bırakmadılar.
İstanbul’un gökdelenleri , ışıltılı alışveriş mağazaları gözlerini almıştı. Daha çok zengin olmak için gecelerini gündüzlerine kattılar.
Durmayıp Ege tarafından bağ bahçeler kiralayıp toptan sebze ve meyve ticaretine girdiler. Kabzımallara sebze meyve taşıtıp ,kamyon masrafını düştükten sonra işçi ücreti dahil aradaki farkı ceplerine atıyorlardı.
Bir zaman sonra, para ceplerine sığmaz oldu. Boş zamanlarında paralarını yataklarının üzerine sererek bu sihirli kağıtlara bakarak kucaklayıp havalara savurup öpüp okşadıkları, üzerinde yattıkları rivayet olundu.
Ertesi gün sebze halinde dükkan ve kamyon satın aldılar. Yanlarında hamal olarak çalıştırdıkları köylülerinin paralarının vermediler. Ödeme zamanı gelince de boş ceplerini gösterip zavallıların emekleri üzerine yattılar. Uzatmayalım. Nice ahlar aldılar.
Kimsenin ahı yerde kalmaz. Bir süre sonra büyük oğlan hastalanıp hastaneye düştü. Hastaneye yatarken sümüklü kardeşine işleri idare için bir vekaletname verdi.
Fırsatı kaçırmayan sümüklü oğlan hile hurdada hayli tecrübe sahibi olmuştu. Eline geçirdiğinin altından girip üstünden çıktı. Karı zarar gösterdi. Dükkan hisselerini satıp parasını cebine indirdi. Daha da önemlisi bir zamanlar sahip olduğu insanlık değerleri adına ne varsa hepsini kaybetmişti. Geldiği noktada herkese zarar vermişti.
Paranın üzerine kapanan sümüklü elifi görse mertek zannedecek kadar cahildi. Kabında durmayıp müteahhitliğe soyundu. Sağdan soldan borç paralar alarak arsa karşılığı yaptırdığı apartmanları önünde kiralık arabalar ile fotoğraflar çektirdi. Feysbooka koydurduğu fotoğraflarının altlarına “işimin patronuyum” diye yazılar yazdırttı.
Neyi kestiğini bilmeden çekler senetler kesti. Ne kestiğini fark edince artık iş işten geçmişti. Tefecilerin eline düşmüştü. Zenginlik hırsıyla her şeyini tefecilere kaptıracak, borcunu ödemek üzere kanının son damlasına kadar çalışmak zorunda kalacaktı. Sağlığı bozulmuş gövdesi gibi suratı da şişmeye başladı. Sümüğünden eser kalmamıştı.
Büyük kardeş hastaneden çıkınca bundan hesap sordu. Sümüklü paraların üzerine yatmıştı. Dükkanlar, verdiği paralar pul olup uçmuştu. Üstelik kendisini borçlu çıkarmıştı…
Eski fotoğraftan bir ailenin teferruatı uzun bir hayat hikayesini kısa versiyonuyla yetindik. Arife tarif gerekmez. Kıssadan hissemiz ; Eden bulur !..
Hasta kardeş “ sümüklü” ye “tu lanet!” okudu, elinde bavulu yüzünü köye doğru döndü. Sümüklüyle birlikte çıktıkları İstanbul macerasında tek başına kalmıştı. Hastaydı. Akrabalarını, köylülerini, kardeşlerini, tanıdıklarını herkesi kaybetmişti.
İstanbul’u terk edip tek başına köye döndü. Köye vardığında akşam karanlığı çökmüştü. Baba evinin, kapısı kapalı, ışıkları sönüktü , ocağında duman tütmüyordu…
---------------------------------------------
(*) Ailede herkes yaşlı kadına böyle sesleniyordu.
(**) önlük
(***) Hintçede evlat , anlamına geliyor.