CEMAL KARABAŞ

CEMAL KARABAŞ

ESKİDEN ...

5 dakika geç kalmıştım. Buna rağmen Prof. Dr. sayın bayan  yüz vurmadı, Nerelerdeydin?

Tedaviye neden geç geldin, diye azarlamadı. İsmimi , müteakiben  TC. numaramın son iki rakamını sordu.  

 Eskiden TC.  yoktu.  Cep telefonu yoktu.

Ben  numaraları  birbirine karıştırıp durdum. 

Gene karıştırdım. Telefonumun son iki numarasını söyledim. Kadın “yanlış” diye uyarınca doğrusunu söylemek zorunda kaldım.

Laf orada değil...

Müteakiben  doktor tahlillerimi  sordu. Hangi tahlil ? diye mukabelede bulundum. İki aydır memleketteydim.  Ağır bir gribal enfeksiyon geçirmiş, bir türlü iyileşememiştim. Bu yüzden unutmuştum...  

Profesör, sol el orta parmağındaki ağır pırlanta yüzüğüne, bir bana,  bir bilgisayara , bir  pencereye baktı. 

Dışarda hafiften, usuldan,  barışçıl  bir yağmur yağıyor, küçük serçeler gibi şaka yapıyor, camı hafifçe  tıklatıyordu. 

Kadın hava olsun diye  “vela havle vela..”çeker gibiydi; “ Laboratuvar kapanmadan hemen  git, tahlillerini yaptır, pazartesine  getir “dedi..

Dışarı çıktım. Koridorlarda tek bir hasta yok. Buhar olup uçmuşlar sanki…

Eskiden hastalar buralarda battaniye yorgan banklara uzanırlardı.  Laboratuvara doğru yürüdüm.

Saat  öğleyin  onikiyi  on geçiyor...

Eskiden böyle değildi. Memurlar onikiye on kala teneffüse çıkarlar, saat 13.30’ a  10 kala  iş başında olmazlardı.

Eskiden öyleydi... Bugün öyle değil…

Eskiden  memurlarımız “ bugün git yarın gel” derler , amirleri de bunlara ses çıkarmazlardı.

Eskiden amirler “ neme lazım”  derlerdi. Şimdi öyle değil.

Laboratuvar  tüpü almak üzere bankın arkasındaki memura kafamı uzattım.

 Başörtülü evcimen bir hanım   TC .mi aldıktan sonra  tüplerimi,  bir de  haşa huzurdan beş kiloluk sarı bir bidonu elime tutuşturdu.

Müteakiben  kanımı  alması için bir  hemşirenin önüne oturdum. Hemşire mesleğin sonuna  gelmiş, yaşlı başlı etine dolgun bir  hanım idi. Lâstik bir eldiveni koluma sıkıcı bağladıktan sonra  kanımı çekip  tüpleri doldurdu.  Çekmecesinde “yedinde hıfzettikten”  sonra , “hadi git”  dedi.  

Çıkıp gidemedim. Elimde küçük  bardak WC .ye gittim. ” Yüzünüze gülsuyu “ bir bardağa  “küçük su”  yaptım.

Şemsiye, büyük bidon gibi teferruatı  bir kenara koyduktan sonra lavaboya geçtim. Temiz lavabolar gıcır gıcır. Sıvı sabunlar şişelerinde tepeleme duruyor.Ellerimi yıkayıp temiz aynada  kendime çekidüzen verdim.

Eskiden hastane tuvaletleri böyle miydi? 

 Mezkur numuneyi  lâboratuvar penceresinden içeri bıraktım. Bir müddet  koridorda  yürüdüm.

Ana koridordan uzun uzun yürüdükten sonra dışarı çıktım. 

Sultan II. Abdülhamit Han  haza hastane yaptırmış.  Duvarlar  tertemiz . Koridorlar geniş.  Duvar diplerinde birazcık  kir bulamazsın. Tavanlar ise  yüksek, pencereler geniş ve aydınlık. Kolonlar kalın.

 Mazallah bir deprem olsa bu duvarlardan  teğet geçer. 

Eskiden buranın adı GATA idi, Askeri  hastane  idi. Şimdi herkese açık. 

Eskiden  paran olmazsa bir hastaneye girmek her babayiğidin harcı mıydı? Şimdi ,bir profesör doktora parasız   muayene olabiliyorum.

Dışarıda demin de dediğim gibi yağmur yağıyor,  seller akıyor, bazı  yerlerde bir  küçük  lodoscuklar   gölcüklere üfürüyor. Sular  üşüyerek ürperiyor...

Hastanenin yemekhanesine geçtim. Yemekler dediklerine göre burada pek sağlıklıymış.  Sıraya girip yarim gün süren açlığımı söylemesi ayıp bir parça biftek ile kendimi kandırdım. 

Memlekette poşet kıtlığı olduğundan malûm bidonumu kamufle edemeden girdim. Baktım, kimsenin umurunda değil…

 Eskiden devlet adamın eline bidon tutuşturmazdı .

Elimde malum sarı bidon yukarı doğru tırmandım.

Bir miktar ana caddeye doğru yürüdükten sonra  oradan sol yapıp otobüs durağına  ulaştım. Kadıköy otobüsüne bindim.  Kartımı vurdum. Ücretsiz yazısını okuduktan sonra boş koltuklardan birine geçtim. Kadıköy’de inip Çiçekçi yönüne giden bir başka otobüse bindim.  Otobüs sanki benim gelmemi bekliyormuş hemen kalktı. 

Şemsiyemi bidonumu hafızama alarak dışarıyı seyretmeye başladım. 

Dışarıda habire yağmur yağıyor, buğulanıp  buzlu cama dönmüş hayatlar otobüsün iki yanından akmaya devam ediyordu. 

Yediğim yemek mi ağır geldi, yoksa  kolesterolum mu azdı. Hafif bir uyku  bastırmak üzereyken  bizim Nuroş telefon etti. Kendime geldim. Baba yemek yedin mi dedi. Yedim kızım dedim. Ne yedin baba, dedi. Biftek , deyince bastı kahkahayı; : sen zor zayıflarsın baba , dedi. 

Durağa gelince bir genç kolumdan tutup aşağı inmeme yardım etti.

Eskiden dizlerim böyle tutulmazdı. Ben böyle mi olacaktım?

<