EVET, BU KADAR BASİT! (2)
Bence her birimiz malum mecralardan apardığımız bilgi dağarcığı ile “her şeyi anlıyoruz aslında” ama “o her şeyin kendimizle ilgisini kuramıyoruz”
Peki neden bu kopukluk sizce?
Biz ne oldu da yaşamdan bu kadar koptuk da ruhlarımız çıplak kaldı dersiniz?
Şahsım adına dünyadaki neredeyse tüm medyanın küçük bir aile tarafından yönetildiğini öğrendiğim yaklaşık on yıldan beri zihnimi bu iğfalden kurtarmak ve bu enformasyon sağanağında kirlenmemek için televizyon izleyen biri değilim.
Ancak iletişim kanallarından artmasından kaynaklı tümüyle dışlayamadığımız teknolojinin başınızdan aşağı boca ettiği yığınla haber var ve bu haberlerin neredeyse tamamının dili ya bir felaket ya bir katliam ya hırsızlık ya cinayet ya da topluma dair negatif bir haber üzerine kurgulanmış. İyiliğe, sevgiye, muhabbete, kardeşliğe, merhamete ve en çok da adalete dair bu mümbit coğrafyada hiç mi iyi bir şey olmuyor anlamış değilim.
Bu tespitimin “kendimizi koruma amaçlı” da olsa hayattan kopuşumuzda, kendi benlik kuyumuza inmemize ve “yalnızlaşmamıza” önemli bir payı var evet ama kanımca daha da önemli iki unsur var:
Birincisi;
Son yıllarda toplum hayatımızda pek de bize özgü olmayan, esasen ülke meselelerini kavrayışımızı zorlaştıran hatta bu meselelere ilişkin ‘ortak bilincin’ oluşmasını, olgunlaşmasını geciktiren, zorlaştıran, bazen doğrudan hastalığın yayılmasına karşı tedbir almamızı engelleyen körleştirici bir hamaset kültürü hükmünü yürütüyor.
Meseleleri asli zemininden uzaklaştıran, yaşadığımız sıkıntıları gerçek boyutları ve derinlikleri ile görmemizi engelleyen ve geniş kitleleri statik ve belki de güdümlü birtakım algılamalara mahkûm kılan bir hamaset kültürünün lehimize olmadığı açık. Zira gerçekleri, görmek istediklerimizle değiştirdiğimizde yalanla koyun koyuna yaşamak kaderimiz olur ve “gerçekten” uzaklaştırabildiğiniz kitleleri de her şeye rahatlıkla inandırabilir, manipüle edebilirsiniz.
Tarihimize objektif bir gözle bakarsak, inandırıldıklarımız ile gerçek arasında zaman zaman ne kadar büyük uçurumlar olabildiğini, gerçeğe rağmen yalana ne kadar rahatlıkla inandırılabildiğimizi somut örneklerle müşahede edebiliriz.
Kim bilir belki de bu yüzden ibadeti israfla, örtünmeyi modayla, zenginliği gösterişle, sözü yalan dolanla, ticareti her türlü dümenle, işi gücü liyakatsizlikle, emaneti imtiyazla, fikri klişelerle, tarihi hamasetle, kültürü şovla, itirazı hakaretle bir arada yaşıyor; pek de rahatsız olmuyoruz artık bütün bunlardan.
Belki de bu yüzden hayat(lar)ımızla delillendirmedikçe kendimizi nasıl isimlendirdiğimizin hakikat nezdinde bir geçerliliği olmadığını atlayarak geri dönülmesi giderek güçleşen bir bozulma yaşıyoruz.
Belki de bu yüzden bizi biz yapan değerlere ait zayıflayan ne varsa; şatafata boğarak çoğaltıyor, kendimizi bir şekilde ikna etmeye, duygularımızın, inançlarımızın, fikirlerimizin, değerlerimizin ve kimliklerimizin aslı astarı olduğuna inandırmaya çalışıyoruz.
Belki de bu yüzden her şeyi kozmetik bir abartıyla, gerçek olamayacak bir sunilikle yapar hale gelen bizler dini vecibeleri vesile kılarak bir araya geliyor ve bunların her birini de tanıtım, propaganda, reklam, sunum ve saire için birer bulunmaz fırsat gibi görüyoruz. Yaptıkça da alışıyoruz ve normalmiş gibi gelmeye başlıyor bütün bu değer gaspları, bu zihniyet anormallikleri hepimize.
Kabul edip kendimizle yüzleşelim artık…
İnsan içinden aleme bakmayı unuttu.
Sadece gözünün görmeye yetmeyeceği değil, aklının da almayacağı, kendisinden büyük, kavrayışından engin, bir hakikate yüzünü dönmeyi; oradan oraya savrulup durduğu halde kalbinde hiçbir yere savrulmayan vicdan denen bir kulp bulunduğunu; kendini hiç değilse bazen, kendindeki mahpusluğundan dışarıya çıkarak azad etmeyi unuttu.
Her şeyin peşine takılıp gitti ama ufka doğru yürümeyi; kendini kendinden daha yukarılara çıkaracak merdivenin yerini ve yazık ki kendi denklemini sadece kendisinin çözebileceğini de unuttu.
Bakın yaşamlarımıza…
Gerçekten birbirimizin insanlığında dokunabileceğimiz bir yer var veya zihnimizde, kalbimizde, içimizde başka insanlara gerçekten yer var mı?
Kabul etsek de etmesek de hepimiz dünyayı kendimizle doldurmaya çalışıyoruz.
Her sözümüz dünyada söylenen son söz olsun istiyoruz. Her söylediğimizle meselelerin aradığı ana fikrini bulmasını, oradan öteye hiç kimsenin geçmemesini bekliyoruz.
Hayır hayır, bunu yüksek sesle söylemiyoruz, dünyaya ilan etmiyoruz belki ama bu sinsi, bu zehirli, bu çürütücü arzunun içimizin her köşesini adım adım işgal etmesine, bütün benliğimizi ele geçirmesine, uzun zaman içinde güç bela inşa ettiğimiz bütün insanlığı tarumar etmesine ses çıkarmıyor, engel olmuyoruz.
Bu nedenle de insan olmak için bir arada tutmaya çalıştığımız her şey kopuyor, çözülüyor, uzaklaşıyor birbirinden. Metruk bir ev gibi, çok uzun sürecek bir yıkılışı, çöküşü, devrilişi günbegün yaşıyor insanlığımız. İnsan yapısının böyle olduğunu, insanın bir anda çökmediğini, gün gün bir çöküntüyü ömür diye yaşayabildiğini hatırımızda tutmuyoruz. Günlük yaşıyor, her söylenene, her olan bitene, her ortaya getirilmiş meseleye laf yetiştirmeye çalışıyoruz.
(Devam edecek)