M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

EVET, BU KADAR BASİT! (3)

Evet, eskilerde ‘konuşulacak yer’ ve ‘susulacak yer’ diye bir ayrım vardı ve bir insan için ‘susulacak yer’, ‘konuşulacak yer’den çok daha büyük bir şeydi. Konuşulduğunda anlamı olan şeyleri söyleyenlerin ortak özelliği, ‘susulacak yer’i iyi biliyor olmalarıydı. O yüzden az konuşurlar, söylediklerinde sözün hakkını verir, anlama mevzi kazandırırlardı. 

Şimdi bir adım geri çekilip bakalım; şimdi laf çitleyerek her gün bir yenisini yükselttiğimiz şu konuşma dağlarında sadra şifa olacak, derde derman, halimize ferman olacak ne var?

Sadece yazımın başında andığım mecraların gösterdiği yere bakıyor; oraya kilitlenip kalıyor; başka bir şey düşünemiyor; başka bir şey merak edemiyor; oraya bakan kişiden başka biri olamıyor; oraya bakan milyonlarca bakıştan başka bir bakışa sahip olamıyoruz. 

Sonra zaman doluyor, bu kez başka bir şey gösteriyorlar, biz yeniden oraya bakıyor, orada donup kalıyoruz. Her gün üç beş ‘şey’ belirleniyor, hepimiz oraya bakıyoruz, başka her şeyden kopuyoruz. 

Nedir o üç beş ‘şey’? 

İtip kakmaya müsait sözler, deşip kanatılabilecek ayıplar, doğru hissettirebilecek yanlışlar, vurup kırmaya amade duygular, efsunlu banallikler, ucuz gülmelikler, sığ lafazanlıklar ve bütün bunları aşan kişilik bozuklukları.

Biz bu sayede insanın karanlık yüzünde kilitli kalıp; izan geçirmez inatlarla, köşeye kıstırılmış zihinlerle, çürüten ısrarlarla hayatın olmadığı yere bakarken, hayat ise bak(a)madığımız her yerde olanca gürlüğü, güzelliği, renkliliğiyle akıp gidiyor. Biz ise bütün bu katıksız esaret bizim başımıza sarılı değilmiş gibi, her gün üç kuruşluk oyalamalar için şuursuzca hayatın elini bırakıyor, bırakıyoruz. 

Bu tablo içinde ruhlarımız nasıl doyar dersiniz?

Bir ikincisi ise bize yetmeyen zaman. 

Kilim dokuyanların, hamur yoğuranların, yemeni oyalayanların, nakış işleyenlerin, taşı, ahşabı oyanların, bağa bahçeye bakanların, çiçek yetiştirenlerin, hatla tezhible meşgul olanların, tespih dizenlerin, kundura tamir edenlerin, mintan dikenlerin, sözü şerh edenlerin, kitap ciltleyenlerin, seyyah olup şu alemi gezenlerin, aleme bakıp tefekkür edenlerin, mehtaba çıkanların, yağmuru seyredenlerin, ufka doğru dalıp gidenlerin, uzun tasvir ve tariflerden yüksünmeyenlerin, çarşıya pazara yürüyerek gidenlerin, esnafla iki satır muhabbet edenlerin, cemaate devam edenlerin, hayatı hızlandırmak için değil içini hayatla doldurmak için yaşayanların zamanı kendilerine yetecek kadar uzundu eskiden ama işlerini makinelere yaptıran ve sadece tuşlara dokunan günümüz insanının zamanı çok kısa ve her bir yerlere yetişme telaşında. 

Bu telaş içinde de kafamızın içindeki dünya ile yaşadığımız dünyanın arası giderek açılıyor ve biz böyle bir şey yokmuş gibi yapıyor; kafamızın içindeki dünyadan dokuduğumuz elbiseleri, yaşadığımız dünyada bocalamakta olan ve bocaladığının dahi farkında olmayan bedenlerimize giymeye, giydirmeye çalışıyoruz.

Birbirine benzemeyen iki dünya ve bu iki dünya arasındaki arafta habire sersemleyeduran günümüz insanının içi başka bir yere ait, dışı başka bir yere; içi bir yere bakıyor, dışı başka bir yere. Aklından geçenler kalbine sığmıyor, kalbinden geçenler aklına uymuyor. 

Yaşanabilir mi böyle derseniz yaşanıyor işte! 

En azından nefes alınıp verilebiliyor ve hayatiyet bir şekilde sürdürülebiliyor ama içten içe çözülüp gidiyor insan, metruk bir evin duvarları gibi irili ufaklı parçalar halinde dökülüp duruyor insanlığının duvarları.

Kim bilir belki de bu yüzden suratları asık günümüz insanının. Kimse içten kahkahalarla gülmüyor, gülemiyor. Derinlerimizde kederler, öfkeler, küskünlükler ve hayal kırıklıklarıyla, yani birbirini takip eden farklı ölçekli infilaklarla yaşıyoruz.

Dışımız, gece yarılarına kadar eve dönmeyen hayta bir oğul; içimiz, pencerenin kenarında sabahlara kadar sabır ve metanetle onu bekleyen munis, şefkatli bir ana.

Oğul eve dönünce ananın yüzü gülecek ve kararan ne varsa aydınlanacak! 

Bu kadar basit mi yani? 

Bu kadar kolayca çözülebilir mi bu asırlık düğüm? 

Eve dönmeye yetecek kadar irade gösterene, evet, bu kadar basit!

Feraset dileklerimle

(BİTTİ)

<