GEÇEN GÜNE RAPOR...
Bugün günlerden pazartesi, aylardan şubat, ikibinonyedi yılı bir sabah vakti...
Yalnız başına oturan kapı komşum evini tahliye etti.
Giderken en son kapısının önündeki paspası kaldırdı. Kapısını defalarca kilitledi, emin olmak için eliyle defalarca yokladı.
Büyüleyip kapının önüne bekçi olarak koyduğu zavallı salon bitkisini de göremiyorum.
Yalnızlık canına tak edince, başını alıp Kadıköy’e gitti. Dolmuş durağında onu göremiyorum.
Her sabah Kadıköy’e torun/ çocuk bakmaya gidiyor olmalıydı. Durakta beklerken görürdüm; sırtındaki pardösü bej renkte , saçları kısaydı. Saçını hep sarıya boyardı. Yüzü buruşmuş bir gazete kağıdı gibi kırış kırış yetmiş küsur yaşlarında bir kadındı.
Komşularına selam da vermez , selamlarını da almazdı. Abartmak gibi olmasın ; bakışları bir Alman subayı gibi donuk ve ifadesizdi.
Kadıköy’deki o tanıdık/ akraba bir gün buna muhtemelen ;
-Gelip gitmek sana da zor... En iyisi evini kapat , gel burada otur, dediler. O da adet olduğu üzere bir müddet düşündü, devrisi gün teklifi kabul ettiğini bildirdi.
Kadıköylüler , böylece bir taşla iki kuş vurmuş olacaklardı. Kendileri geceleri, misafirliğe, sinemaya veya tiyatroya giderken çocuklarını bırakacakları Fransızca bilip bilmediği bizce meçhul , disiplinli bir “dadı”ları yemek yapıp bulaşıkları yıkayan bir hizmetçileri olacaktı.
Bunu burada bırakıp, ömrünün son günlerini kedi köpek, martı, güvercin ve kargaları beslemeye adamış İnce uzun , zayıf, yaşlı muhterem zata gelelim.
Selimiye civarındaki bir tavukçu dükkânıyla sıkı dostluk kurup, kasa indirip kaldırmadan yardımcı olan karşılığında döküntü sakatatı toplayıp malum hayvanata taksim ederek Cenab-ı Rabbul Alemin nezdinde büyük sevap sahibi sarı soluk benizli abimizin halen yaşadığını görünce garip bir sevince gark oldum. Yalnız olmadığımı hissettim. Yaşama sevinci duydum..
Şükürler ederek yoluma devam ettim...
Paşakapısı cezaevinin karşısında, bankamatiklerin arasına yorganını atan evsiz şahsı gene görünce inanamadım. Kendi kendime;
-Bu soğukta it durmaz, bu herif burada nasıl yatıyor, dedim.
Tütüncü dükkanını açmamış...
Tiyatronun önünden geçtim. Şu saat olmuş, tiyatronun gece ışıkları yanıyor, kapılara kapalı . Tiyatrocular uyuyorlar. Uyusunlar ; benim için sakıncası yok. Ben zaten gitmiyorum. Bunu abuk subuk oyun meraklısı tiyatro severler düşünsün.
Şifalı ot sihirbazı Bay Baranki’ nin vitrininde bir değişiklik yok. Büyülediği otlarla çektirdiği resmi vitrini kaplamış. Oysa Sağlık Bakanlığı yetkililerini , ”denetleyiniz” diye uyarmıştım.
Yürüyorum...
Milli hakimiyet caddesine araba sahipleri hakim olmuş. Otobüsler, minibüsler, yayalar yürüyemiyorlar. Herifler çift sıra dizilmişler. Otomobilin icat edilmediği zamanları düşündüm bir an.
Belediye ekipleri tarafından etkisiz hale getirilmiş sokak köpekleri, miskin; statükoya ayak uydurmuşlar , karşıdan karşıya geçerken yeşil ışığın yanmasını bekliyorlar.
Üsküdar rıhtımında soğuğa ve teröre karşı mücehhez güvenlik kuvvetleri tedbirlerini almıştılar.
Karşı kıyıya sefer yapacak olan motorun içi uykusunu alamamış , esneyen insanlarla dolu. Uykusuzluğun ağır travması altında, günün ne getirip götüreceğini anlamaya çalışıyorlar.
Çaycı “Çay! Salep! Meyve suyu ! diye feryat ediyor. Çay içen tost yiyen yok. İşler kırık...
Motordan indim...
Beşiktaş meydanındaki ağır sahra topları yöresel yemek çadırları tarafından kamufle edilmiş. Çağ kebabı yapıyorlar, kokusu meydani sarmış. Türlü yiyecek ve tatlar müşteri bekliyor...
Meydanın sonundaki metruk simitçi tezgahı gene boş...Alanın en mutena yerinde ne de iddialıydı simitçi..
-Dayanamazsın, demiştim de genç simitçi itiraz ederek ;
“Ben dayanacam. Ben başaracam, simit satacam “ demişti.
Bir bayii önünde durakladım. Bir gazetenin üst başlığını okudum: Genel Kurmay Başkanımız, Kardak ‘a çıkıp Atina’ya gözdağı vermiş..
Feriştah olsan nafile ! Giden günü geri getiremezsin, zamanı durduramazsın.
Bugün pazartesi , yarın salı; günler, aylar , yıllar ne çabuk gelip geçiyor...