CEMAL KARABAŞ

CEMAL KARABAŞ

GELGELOĞLU " GEL" DEMİŞTİ…

Genç kadın ölesiye  merak ediyordu gideceği yeri.  

Gelgeloğlu, gel” demişti bir kere. 

Hangi  kapıdan  girecekti?  Hangi kılıkta görünecek?  Onu nasıl  götürecekti?

Akşam üzeriydi. Kapı kapalı ,odada bir başınaydı.  Yüzünü kerpiç duvara dönmüş, üzerine çekilen kireç perdahın  rahatsız edici  izlerini izlemekten yorulmuştu. Gözlerini yumdu. 

 Kara katran saçlı , ak tenli  taze bir gelin üzerine eğilip eğilip  gülümsüyor, şefkatle alnına bir öpücük konduruyordu. Başında ışıklı, kristal cam taşlarla süslü bir gelin tacı vardı. Kimdi bu can alıcı gelin? Akşamın darında , çeyrekleri, yarımları, beşibiryerdeleri, gerdanında sallayarak gülüyordu. İnci mercan dişleri  bembeyazdı. 

Hastanın yatağını  küçük pencereli  odaya, duvarın önündeki divanın üzerine koymuşlardı.

Mevsimlerden güzdü. Akşamdı. Ezan yeni okunuyordu. Dışarıyı dinledi. Sanki biri,  artık uyanmayacağı bir  kış uykusuna hazırlanması gerektiğini  fısıldıyordu kulağına.

Saçlarını yokladı. Sırım siyah saçları yoktu yerinde. Başındaki oyalı leçeği terlemişti …

Yatağından doğruldu, ayağıyla terliğini aradı. Yusuf’a seslendi. Milli Eğitim’de dokuzuncu  dereceden bir memurdu  Yusuf.  

Hastalanınca , Yusuf   üzerine kuma getirmişti. Kendi rızasıyla. Şimdi ilk göz ağrısı , onu yolcu etmeye hazırlanıyordu. 

Şık kravatlı ,kara takım elbiseli,  kara bıyıklı , kır oğlan hükmünde  Yusuf, hasta karısına seslendi; 

-Komşularımız seni görmeye geldiler hanım, dedi. 

Yusuf’u  gördü. Tebessüm etti.  Ziyaretçiler  Lojmanda oturan genç memur ile karısıydı. Küçük de bir kızları vardı. Karşı duvarın önündeki divana oturmuştular. 

-Siz misiniz, dedi hasta kadın.  Misafirler;

- Biziz… İnşallah iyileşirsiniz, dediler. 

 Sarışın küçük kız  gözlerini kırpmadan pür dikkat  kendisini izliyordu. 

Küçük sarışın kız  salonun ortasında gözlerini kırpmadan  hasta kadına doğru gidiyor, ona endişeyle bakıyor sonra koşarak ondan uzaklaşıyordu.   

Hasta kadın elini uzatıyor, yanına çağırıyor ancak çocuk gelmiyordu. Odadakiler çocuğa yalvarıyordu ; 

-Git kızım teyzenin yanına. Bak seni çağırıyor teyzen, diyorlar. Küçük kız  inatla hastadan   kaçıyordu. Hasta kadın; 

- Sarı kız, güzel kız gel bana, gel teyzene, azıcık seveyim seni.  Saçların da  ne kadar da güzel… Bir tutam  istesem verir misin  teyzene, dedi. 

Küçük kız omuzlarını silkti ;

-Vermem, dedi inatla.  Hasta kadın yorgun, tekrar  yastığına başını koydu ; 

-Gül pembesi entarini kim dikti küçük kız ?  Kim döktü bu gülsuyunu cici giysilerine ?  Gel seni bir öpeyim gül yanaklarından. Gel uzat o minik ellerini.  Gel  prensesim, hastalığım bulaşıcı değil... Korkma gel ,uzat ellerini, dedi. 

Küçük kız,  umursamadı. Geri geri çekildi. Odanın yarı açık kapısından çıktı. Kapının arkasında saklanan   ak bir  kedinin peşinden koştu.

Ziyaretçi karı koca kızlarının ardından ayağa kalktılar. Yusuf kapıyı açtı. Tanımadık ,yüzü silik zayıf , ihtiyar bir adam içeri süzülüverdi…

Onu küçük kızdan başkası  fark etmedi. Elinde bir hamam tası ,tasın içinde kül, beli bükük yaşlı bir köylü kıyafetinde biriydi bu. 

Gelen tedavi için gelen tren yolunun altındaki harap evde yaşayan piri fani, çaresiz  dertlere ilaç yapan “ocak “ mıydı?

O “Gelgeloğlu” muydu yoksa?

<