Osman Güvenir

Osman Güvenir

GÜNEŞİN ALTINDAKİ EKMEK

Zaman zaman insan hayat gerçeklerini görünce çok üzülür ve düşünür.

İnsanoğlu yaşamak için mutlaka ama mutlaka çalışıp kazanmak ve en azından

evine birkaç lokma emek götürmek için canını yer bitirir. Özellikle ülkemizdeki

kızgın güneş altında çalışmanın ne kadar zor olduğunu hepimiz de biliyoruz.

Mesela meteroloji uzmanları bu yazın, 45 yıldan bu yana en sıcak yaz

olacağını açıkladılar. O bakımdan normal bir hayatı yaşayan insanlar için

klima marifetiyle hayatı idame ettirmek kolay da, kızgın güneş altında

çalışmak çok zor.

Gerçekten de bu yılın yazı, hiç de alışık olmadığımız bir sıcak kasırgası

getiriyor yaşantımıza. Örneğin dünkü hava sıcaklığı 50 derece veya biraz

üzerindeydi. Böyle durumlarda güneş altında çalışan insanlar, “Güneşten ve

sıcaktan haşat oldum” derler. Haşat olmamak mümkün mü? Değil elbette.

Ama ne eylersin... Bütün mesele eve ekmek götürmede.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ersan Saner’in iş saatlerine ilişkin almış

olduğu karar tam yerinde bir karardı bana göre. Alınan karara göre, üç gün

uygulamalı çalışma saatleri, 12.00-16.00 saatleri arasında çalışmamayı

öngörüyor. Lakin ülkenin yozlaşmış insanları ve para düşkünü işverenler, zavallı

işçilerin hayatları ile oynamaya devam ediyorlar.

Güneş altında zorunlu çalışmak durumunda olan işçiden verim almak

mümkün mü? Mümkün değil. Ondan ayrı, kızıl güneşin altında kocaman

apartmanların tepesinde demir çubuk bağlantılarını yapmak veya beton

dökmek ise, tam bir işkencedir. Bir de tedbirsizlik, bazı işçilerin hayatını bitiyor

maalesef. Son zamanlarda inşaat sektöründe kaç tane işçi yüksek inşaatlardan

düşüp hayatlarını kaybettiler, bunu düşündük mü?

Mesela bu yasağa uymayıp, kızgın güneş altında işçi çalıştırmaya devam

eden müteahhitler için ne yapmayı düşünüyor bakanlık ona bakmak lazım.

Bakanlığın almış olduğu karara uymayanlar için büyük bir para cezası

mı? Yoksa polis marifetiyle iş yerini kapatmak mı uygulamada? Yoksa

çalışmak zorunda bırakılan yüzlerce işçinin ifadelerinin alınarak meseleyi

yargıya taşımak mı var gündemde?

Bence bir devlet, devletliğini aldığı kararlarla göstermelidir. O bağlamda

Bakanlık işçinin sağlığını ve hayatını düşünerek kızgın güneşin ateşin gücü

azalıncaya kadar geçecek iki saatlik bir zaman dilimini boş bırakıp, işverenin de

özveride bulunup işçilerini serinde çalıştırmaları en maktıklısı değil mi?

Bunlar bizim tezatlarımızdır. Maalesef kimse takmıyor bakanlığın almış

olduğu kararı. Yarın olası bir olay olursa bunun hesabını kim verecek?

Mesele güneş altında yasak saatlerde çalıştırılan bir işçi beyin kanaması

geçirip hayatını kaybederse bunun hayat bedelini kim ödeyecek?

Eskiden, yani İngiliz zamanından hatırlıyorum... Yazın kavurucu

sıcaklarında İngiliz idaresi bazı dairelerini Trodos’a taşır, devlet işlerini öyle

yönetirdi. Bundan başka mevsin yaza girdi mi, bütün polislere, askerlere ve

gardiyanlara kısa pantolon ve kısa kollu gömlerle, delikli serin tutan şapkalar

giydirirdi. Şayet meraklılar o günleri hatırlamak ve öğrenmek isterlerse eski

kitapları ve belgesel resimleri görebilirler.

Bir de belediyenin süzgeçli tankerlerle Lefkoşa sokaklarını suladığını

anımsıyorum. Sokaklar sulandı mı, bir alev çıkardı asfaltın üstünden. Ama

sonra püfür püfür esen bir Lefkoşa serini başlardı akşamüstleri.

Eski insanların serinlemek için frasan küplerini su doldurup içine

girdiklerini biliyor musunuz?

Eski insanlar kavun karpuzlarını da kuyunun içine sarkıtırlar, soğuduktan

sonra da o soğuk kavunla karpzu sofraya getirirlerdi.

Ersan Saner memleketin iklim koşullarına göre hareket etmiştir bence.

Bir düşünün bakalım...

Empati yaparak kendinizi o kızgın güneş altında inşaatların tepesinde

çalışan zavallı işçilerin yerine koyunuz bakalım. İşte o zaman kızgın güneş

altında çalışmanın imkansızlığını hemen anlarsınız.

Kızgın güneş altında çalışan insanlar evlerine birkaç lokma ekmek

götürmek için canlarını dişlerine takarlar.

Şayet o kızgın güneş altında çalışan işçilerin yüzlerini ve ellerini

incelerseniz, o yüzlerde ne kadar derin yanıklar ve derin güneş izleri olduğunu

görürsünüz. Avuçları da güneşin ve hayatın acımasızlığına direnmiş.

Devletin almış olduğu karara uymamanın, toplum olarak ne kadar

yozlaşma sergilediğini de görebiliyoruz.

Ne yapsın zavallı işçi? Kızgın güneş altında çalışmazsa, biliyor ki evine bir

lokma ekmek götüremeyecek.

Güneşin acımasızlığını düşününce Mısır’daki ehramlar ve firavunların

görkemli heykelleri ve tarihi anıtları gelir gözlerimin önüne. Özellikle o

çağlarda her şey el emeği ve pazu gücüne dayanıyordu. Ama şimdi herşey

makinalaştı.

Güneş altında çalışmak ne geçmiş çağlara ne de gelecek zamanlarda

teknolojinin o büyük olanaklarına bağlıdır. Güneş, dünya oluştu oluşalı

insanoğlunun hayatında vardır. Hani derler ya...

“Doğayla kimse savaşamaz” diye. İşte o bağlamda o savaştan galip

çıkmak ve var olmaktır önemli olan.

Bütün mesele eve bir lokma ekmek götürmek vesselam...

<