GÜVEN ADASI OLABİLMEK! (1)
İslam tarihini irdeleyerek Hz Osman’ın halifeliği ile çatırdamaya başlayan ve nihayet Kerbela ile zirveye çıkan “taraf olma”, “politize olma”, “baş olma sevdası” ve “fanatizm”in; bizzat Allah tarafından “âlemlere rahmet olarak” gönderildiği müjdelenen bir peygamberin torunlarını nasıl vahşice katledip yok edebildiğini öğrendiğim günden beri siyasi konular hep aklımın midesini bulandırmayı başardı.
Bu nedenle olsa gerek bugüne kadar siyaset, -izm ve -ist eki taşıyan hiçbir oluşum; taraf olmak adına tek satır yazdığımı anımsamıyorum. Ama toplum içinde yaşayan bir fert olarak da olan bitene kayıtsız kalmak bize göre değil. Zira hep andığım gibi Müslüman olmak kaliteye mecbur olmaktır.
Bu yüzden de özellikle son dönemde artık neredeyse hayatımızın her anına nüfuz eden “yerel seçimler” ile ilgili birkaç kelam etmek istiyorum.
Zira kafamızı nereye çevirsek, hangi siteyi açsak, hangi kanala zoomlasak, hangi dost meclisinde otursak ortak konu “yerel seçimler” … Ama itiraf etmek gerekir ki bizim gibi ülkelerde siyasetin girdiği yerden akıl, mantık, basiret, feraset, ahlak, vicdan çıkıp gidiyor geriye sadece hırs, öfke, kin, nefret ve düşmanlık kalıyor! Tembel, kolaycı, hayatı ezber yaşayan, hamasi nutuklarla galeyana kolaylıkla gelerek bütün sorunlarını hallettim sanan, düşünmeyi ar sayan, toplumsal hatalardaki sorumluluk payıyla yüzleşmekten ürken; tefekküre niyeti, vicdani muhasebeye çapı ve mücadeleye gayreti olmayan bir toplumda nifak tohumları kısa sürede fesat ağacına dönüşüp tekfir meyvesi verir çünkü.
Kimbilir belki de bu yüzden ilahi hitapla bereketlenen, İslâm’ın diriltici soluğu ile abad edilen topraklar adım adım zulmün, gözyaşının, haksızlığın merkezi olmaya başladı. Belki de bu yüzden alemlere rahmet olanın mütevazi evinin yerine saraylar yükseliyor; gönüller inşa edilmeden şaşalı mescidler, camiler inşa ediliyor. Büyük çilelerle sürülen, şehit kanlarıyla sulanan iman toprağında açması gereken çiçeklerin yerini dikenler kaplamasının sebebi belki de budur. Yetimin çığlığının, düşkünün feryadının duyulmaması; yoksulun, sahipsizin gözyaşlarının görülmemesi de bu yüzdendir belki de kimbilir. Çünkü kişilere ulaşan nimet, kadri bilinmediği taktirde bir süre sonra külfet olarak belirir ve insan kendisine ulaşan nimetlerin yüceliğince gitgide çetinleşen imtihanlarla sınanır.
Bakın hayatlarımıza…
Nefsimiz, heva ve hevesimiz, dünya sevgimiz, ölüm korkumuz, gelenekten kopuşumuz, ters düz olan gelecek algımız, hakkı hukuku gözetmeden öteye beriye savrukluğumuz, farkında olmadığımız dengesizliğimiz,şuursuzluğumuz, ilimsizliğimiz, amelsizliğimiz, ihlâssızlığımız ve en çok da çıkarlarımız ön planda değil mi hep? Attığımız her yanlış adımla birlikte irfânımız, izânımız, insafımız yaralanıyor; iyiliğimiz, güzelliğimiz, kardeşliğimiz can çekişiyor; adaletimiz, insanlığımız, iddiamız ölüyor görmüyoruz.
Oysa ki dışardaki dünyaya diriltici bir nefes sunmak istiyorsak ilkin içimize sefer etmek, orayı temizlemek, oradaki kirlerden kurtulmak zorundayız. Çünkü hakikat, insan hayatında gizlidir. Hakikatin şifreleri hayata nakşedilmiş, keşfedilmeyi beklemekte, bu keşfi başaran nasipliler ise varoluşun diriltici soluğunu hayatlarına üflemektedir. Hayata nakşedilen bu hakikatleri keşfedebilmenin yolu ise hayata değebilmekten, çevresinde olup bitenin farkında olmaktan, hayatı soluklayabilmekten ve duyabilmekten geçer. Ama günümüzde hayata değemeyen, hayatın derinliklerine inemeyen; hayatı yeme, içme, üreme ve uyumadan ibaret görerek hayatın sığ sularında gezinen insanlar hayatı değil kütlelere dönüşen kitleler halinde çağın ördüğü ağları yaşıyor ve bu ağlara hapsolmayı “yaşamak” sanıyor. Böylelikle de hayattan, hayatın koku ve dokusundan uzaklaşıyor, hakikatle buluşma ve onunla temas kurma yollarını kaybediyor; gören körlerden, duyan sağırlardan, vicdanı örtülenlerden, kalpleri mühürlenenlerden oluyor.
Peki Müslüman siyasete bulaşmamalı mı?
Tabi ki müslümanın da bir dünya görüşü, hayata bakış açısı, devlet yönetimi olacak. Ama bu bugünkü “kime oy vereceksin” karmaşasında toplumu adeta ortadan keskin bir bıçak ile ortadan ikiye bölen bir kutuplaşma şeklinde mi olmalı? Ya da etrafını leş kargaları bürümüş bir coğrafya içinde üzerinde yapılan planların, ekilen fitne ve fesat tohumlarının hakkını eda etmek için çabalayarak mı?
Şu süreçte bu toplumu birleştirmek, kucaklaştırmak, bir araya getirmek; “yahu yapmayın, siz aynı coğrafyanın birbirine mecbur olan, yarın birbirinizin yüzüne bakacak insanlarısınız” üslubuyla kaç tane yazı okuyabildiniz, kaç tane video izleyebildiniz, kaç sohbete şahit olabildiniz?
Kendi gibi düşünmeyeni kâfir ilan eden mi dersiniz, “ya benim gibi düşün ya yok ol” zihniyeti ile hareket eden mi dersiniz, vatan haini ilan eden mi dersiniz… Küfürler, hakaretler, tehditler havada uçuşuyor. Üstelik bayanların da ortak kullanım alanlarında. Ağza alınmayacak, edep sınırlarını aşan, belden aşağı kültürünün en iğrenç diliyle…
Açın bakın sosyal medyayı, yorumları okuyun ne demek istediğimi anlayacaksınız.
“Bölünmeyin, parçalanmayın” İlahi ikazına rağmen, “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız” nebevi uyarısına rağmen zerrece kulak asmaksızın her önüne gelen bu yangına bir bidon benzin de kendisi döküyor.
Oysaki azıcık tefekkür etsek anlayacağız ki, toplumlardaki bütün zıtlaşmaların bütün inatlaşmaların bütün kavgaların bütün düşmanlıkların bütün kan, kin ve nefret olaylarının arkasında “taraf olmak” yani “fanatizm” yatmaktadır. Sağ- sol, Türk –Kürt, dindar-laik ve hatta bin yıllık Alevi -Sünni ya da Ehl-i Sünnet –Şia sürtüşmesinin temel nedeni de inanın ki budur. Fanatik bir Fenerli, Galatasaraylı ya da Beşiktaşlının derdi nasıl ki “İyi futbol” “İyi oyun” daha doğrusu “spor” değilse aksine tek dertleri sadece ne pahasına olursa olsun “kazanmak”, “haklı çıkmak” ve “üstün gelmek” ise; işte bütün siyasi, ideolojik, dinsel, mezhepsel ve etnik gerginliklerin altında da bu fanatizm yatmaktadır.
Kim ne derse desin taraftarlık yani fanatizm; siyaseten, cemaaten ve mezheben "sadece biz doğruyuz, sadece biz biliriz" demek dünyanın en tehlikeli hastalığıdır!
Bu zihniyet Kerbela'da Yezitleşerek zirveye çıkmış ve sırf " bizden değiller, bizim gibi düşünmüyorlar!" diye Peygamber neslinin kökünü kurutmak istemiş; Fırat’ın suyundan yılanlar, çıyanlar, sırtlanlar kana kana su içerken Peygamber torunlarından bir damlası bile esirgenmiş, günlerce aç ve susuz bırakılarak ölüme terkedilmişler ve sonunda da dağ gibi yığılmış cesetler arasında bulamadıkları Zeynelabidin hariç Ehl-i beyt'in bütün erkekleri kılıçtan geçirilmişlerdir!
Dikkatinizi çekerim! Bu kadar zalimleşen Yezit taraftarları da Müslüman’dı, Hz. Hüseyin taraftarları da! Ama bir taraf da zalimler diğer tarafta ise Hz. Muhammed(sav)'in masumları vardı.
Yine malum hariciler çok takva(!) çok muhlis(!) Müslümanlardı sabahlara kadar namaz kılar neredeyse her gün oruç tutarlardı. Kâfir oluruz diye hiç günah işlemezlerdi. Alınlarındaki secde nasırı 5 - 6 metreden belli olurdu ama sırf "bizden değil, bizim cemaatimizden değil, bizim gibi düşünmüyor, siyaseten bizi desteklemiyor" diye Hz Peygamber 'in(s.a.v)in "yetkim olsa yerime vekil bırakırım" diyecek kadar güvendiği Hz. Ali(r.a)’yi sevmiyorlar ve hatta bir tık öteye giderek O'na "kâfir" diyorlardı!
Bugün İslam âleminde bitmek tükenmek bilmeyen zulümlerin nedeni işte budur! Açın bakın Endülüs Emevi Devleti’nin son dönemlerine ve günümüze getirin. Figüranların, senaryoların, şeytana rahmet okutan siyonist zekânın aynısıyla karşılaşacak ve akıl tutulması yaşayacaksınız!
Lütfen bu satırlarımı siyasi, ideolojik hiçbir tarafa çekmeyin. Mesajım gayet net… Ayrışıyor, bölünüyor, adım adım sadece çıkarlarımıza tapar hale geliyoruz.
Peki çözüm ne?
(Devam edecek)