HAYATTAN SONRASININ ADINI KOYMAK -1
Malik bin Dinar Hazretleri anlatıyor:
Hz. Rabia’nın yanına gittim, abdest alırken kullandığı bir kırık testiden su içerken gördüm onu. Altına da eski püskü bir hasır sermiş, bir kerpici de başına yastık yapmıştı.
Bunu görünce içim acıdı;
"Ey Râbia! Zengin dostlarım var. Eğer izin verirsen senin için onlardan bir şey isteyeyim" dedim.
"Ya Mâlik! Bana da onlara da rızk veren bir ve aynı Zât değil midir?" dedi.
"Evet, öyledir" dedim.
"Şu hâlde; O, fakirleri fakir oldukları için unutuyor da zenginleri yalnızca zenginlikleri nedeniyle mi hatırlıyor ve yardım ediyor?" dedi.
"Hayır, hiç de öyle değil" dedim.
"O, halimi bildiğine göre kendisine neyi hatırlatacağım? O öyle istiyor, biz de O’nun istediğini razı olmuş durumdayız" dedi.
Notlarımı karıştırırken denk geldiğim bu yaşanmışlık, işin teslimiyet boyutunu anlatan ve üzerinde tepindiğimiz manevi mirasın ruh köklerimize kodlaması gereken değerlerden, çok küçük bir cüz idi sadece.
Ancak biz; bugün içinde kaybolduğumuz, dişlileri arasında ezildiğimiz tüketim çarkında bu tür misalleri anlamaktan epeyce uzaktayız. Çünkü göğsünden süt emdiğimiz kapital çağ, bize hep “daha fazlasını” öğütleyerek ruh köklerimize kodlanan şahit olmayı, sahip olmaya çevirmek için yürek teri döküyor.
Oysa kabul etmeliyiz ki daha çok tüketim, daha çok eğlence, daha fazla refah, daha fazla konfor adına hayatını birer mutluluk sarhoşu olarak yaşayan, yaşamaya çalışan, böyle bir yaşamayı ihtirasla isteyen kitleler; aslında hayattan “kendi payına düşenin fazlasını” istemiş oluyorlar.
Dolayısıyla kim nasip edilen rızkından daha fazlasına talipse ya da kim kendi payına düşen hayatı “ölçüsüzce” büyütmek istiyorsa; bilsin ki, bunu bir başkasının hayattan aldığı payı “küçültmek” pahasına, onun hakkını gasp ederek istiyor.
Bu hırsımızdan olsa gerek donuk, canlılığını yitirmiş bir şuur; öğrendiğini ezbere dönüştürmüş, tekrarlara tutunarak yaşamaya çalışan beyhude kişiliklerimizle, her şey gün geçtikçe daha cilalı, daha törensel, daha laçka hale geliyor ve zengin gelenekler ister istemez cafcaflı gösterilere, kutsanmış esaslar abartılı törenselliklere, mütevazı gayeler heveskâr vasıtalara feda oluyor.
Ama yetmiyor; bu gasp kültürü, artık can almaya, yaratan kudretin aziz ve mukaddes kıldığı cana üstelik artık sıradan insanlarla kastetmeye de başladı.
Malumunuzdur…
Algı krallığının tahtında oturan medya, sanki karanlık gölgelerle söz birliği etmişçesine ve bu mümbit coğrafyada “sevgi, iyilik ve merhamet adına hiçbir şey yokmuş gibi” hemen her gün ülkenin herhangi bir coğrafyasında ortaya çıkan bir kötüyü ve onun sergilediği kötülükleri canımızı acıta acıta, yüreğimizi kanata kanata zihnimizin derinliklerine boca ediyor.
Kapital bir dünyada kötüyü ve kötülüğü özellikle haber unsuru yapmak istemelerinin sebebini kendi cephemde zorlansam da bir parça anlamaya çalışıyorum ama bu tür olayların birer haber niteliği taşıyıp taşımadığı konusu çok uzun sürecek bir tartışma.
(Devam edecek)