HAYATTAN SONRASININ ADINI KOYMAK -4
Emin olalım ki, sırf ölümü unutmak için kendimizi kollarına attığımız bu dünya da bir gün ölecek ve biz, bize ayrılan ömür vadesinde yaşadığımız çağda tüm yaratılmış için karşı koşulsuz sevgi, katıksız merhamet ve amasız adalete dair gönül heybemize ne koyabildiğimize dair çetin bir hesap vereceğiz!
İnanmıyorsanız, mezarlıklara gidin ve pişmanlığın o derin sessizliğini yudumlayın!
O derin sessizliğin içinde kaybolmuş mezar taşlarındaki biyografilere bakın, başında bir doğum tarihi ve bir de ölüm tarihi göreceksiniz. Ortada ise iki tarihi birbirinden ayıran ince bir tire var sadece!
Yani aslında peşine düştüğümüz, uğruna birbirimizi kırıp geçirdiğimiz bu dünya, doğduğumuz günle öldüğümüz gün arasına ilişen o küçük tireden ibaret!
Belki de eskiler, sırf bu yüzden gönlünün duvarına kendi ölümünün portresini asmış gibi kefenini alıp bir bohçanın içinde saklardı. Çünkü farkındalardı, fani olanın eteklerine sıkı sıkıya yapışmakla ellerine bir şey geçmeyeceğinin.
Bu algıyla olsun bakalım mı bugün etrafımıza;
Dün beraber yaşadığımız, yediğimiz, içtiğimiz, gülüp eğlendiğimiz insanların kaçı bugün aramızda veya kimler hâlâ bizimle birlikte, kimlerin gülümseyen yüzü eksildi resimlerde?
Evet!
Günü gelen, vadesi dolan tıpkı kendisinden öncekiler gibi, ardında üç beş kırık dökük hatıra ve birkaç beyhude diyalog bırakarak ayrılıyor dünya hayatından. Çünkü, hayattan sonrasının adını koymak için doğduk hepimiz.
Bunu bilmeyenimiz yok ama içinde bulunduğumuz gaflet hali, sanki bu bilgiye ihanet etmemizi sağlıyor ve bu ihanetle de dünyanın bir sonu yokmuş, acı bir salâ zamanın herhangi bir yerinde gününün gelmesini beklemiyormuş gibi yapıyoruz.
Ama her şeye rağmen ölümü, hayatın neredeyse en az telaffuz edilen kelimesi haline getirmiş insanlar olarak, gelip geçen hayatla barışık “eski” gönül medeniyetinden ve onların akıttığı yürek terinden tümüyle habersiz değiliz.
Ancak bilmekle olmak arasında epeyce fark var.
Zira onlar, “şahit olma” bilinci içinde hesabı çetin olur diyerek, ihtiyaç fazlası her şeyin fazlasından kaçarken; torunun hali ecdada benzemiyor maalesef. Çünkü biz onların tam aksine şahitliği sahipliğe çevirme telaşı içinde hep daha fazlasını istiyoruz sahip olduklarımızın.
Bu yüzden olsa gerek sahip olma hırsı içinde ruhunu beslemek yerine kurda böceğe rızık olacak bedenini besleyen; vaat edilenin değil, peşin olanın derdiyle kıvranan çağın modern insanı için en büyük korku, ölüm korkusu.
Çünkü modern olarak tabir edilen bu kirli ve sisli zaman diliminde, hayat denen muamma sadece maddi olanla tarif ediliyor. Maddi gerçekliğin dışında kalan her şey, bugünün insanı için bu yüzden anlaşılmaz ve korkutucu oluyor.
Belki de “kabristan uzak olursa ölüm de öyle olur” sanrısıyla kabristanlarımızı şehirlerimizin dışına çekmemizin sebebi de bu korkudur, kim bilir!
Ancak sevdiklerimizden birinin vadesi tamam olduğunda en çıplak korkularımızla kıskıvrak yakalanıyoruz ölüme. Çünkü, biliyoruz ki bir sonraki seferin adaylarından biri de biziz.
(Bitti)