"HERŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK" MI? (1)
II. Meşrutiyet Devrinde bir paşa, dostlarından biriyle satranç oynamakta; diğer misafirleri de, onları heyecanla seyretmektedir. Bir ara bir hamle hakkında ihtilaf doğunca, paşa misafirlerine sorar:
“Yâhu oyunu seyrediyordunuz! Kim haklı, kim haksız söyleyiniz!”
Misafirler, paşanın haksız olduğunu söylemeye cesaret edemedikleri için susmayı tercih ederler. Tam o sırada odaya giren zurafâdan (yani zarif, nâzik, nüktedân, hoş konuşmayı bilen zekî kimselerden) bir zât içerdekilerden daha cesur davranır;
“Paşam!” der; “Siz haksızsınız!
“Peki ama…” der paşa, “Siz henüz geldiniz, bir şey görmediniz ki!
Adam hiç tereddüt etmeden cevap verir:
“Eğer haklı olsaydınız, bu kadar insan suâliniz karşısında susmazdı!”
Nerden okuduğumu tam olarak anımsayamadığım bu yaşanmışlık nedense bana bugünü anımsattı. Öyle ya, sözün güzelini seçebilmek için öncelikle sözün tamamını fikretmek gerekiyor. Aksi halde akıl, güzel olanı seçmek yerine nefsin arzusuna kapılarak kolay olanı, hoşa gideni ya da rıza makamından koparak sırf başkalarına şirin görünebilmek için zor da olsa gösterişli bulduğunu tercih edebiliyor.
Sadece zihnimiz ve kalbimiz değil; hayalimiz, umudumuz ve ufkumuzun da yorulduğu bir süreç yaşıyoruz maalesef ve son günlerde dünyaya karamsar gözlerle bakıp herşeyden bezmiş insanın dahi içine ışık huzmeleri sızdıran efsunlu bir cümle fısıldanıyor kulaktan kulağa;
“Herşey çok güzel olacak!”
Biraz nefes alarak, bir parça tebessümle kaynaşarak, bir tutam umudla yeniden doğarak, bir lahza sakinleşip birbirimizi anlayarak ve en önemlisi “biz” olduğumuzun farkına vararak yeni bir dirilişi müjdeler gibi geliyor kulağa.
Ama ben semanın yollarını ararken arzı ihmal etmemek, yeryüzündeki işleri gözlerken faillerinin çirkinliklerine bakarak kalbimizi köreltmemek; bunun yerine tüm işlerin sonucunda buluşan tecellilerin biricik kaynağı hürmetine herşeyde aynı ‘güzelliği’ aramak gerektiğine inanan ve böylesi bir bakışın ise güzele ve güzelliğe secde olduğuna iman eden biri olarak “kime göre, neye göre” sorusunu sormak istedim bugünkü yazımda.
Öyle ya “Yusuf (a.s.) gibi gömleğimiz temiz mi?” buna bakmak, gerçek diye telaffuz ettiğimiz ‘hakikat’lere ulaşmak lazım önce. Zira emanet olan ruh, bedenden çekilip alındığında kişi nasıl ceset haline gelip ruhsuz kalıyorsa, hakikatlerin inşa edilemediği yaşamlar da manasız kalıyor.
Öyleyse “mademki suya kanmak, içi zaten taş ve toprakla veya alalade kuyu sularıyla dolu kırbamıza zemzem doldurmak istiyoruz” kabımızdaki fırtınayı dindirmek gerekiyor. Çünkü kap darsa ve su taşırılıp ziyan edilecekse “rahmetin” devamı gelmez. Bu yüzdendir ki hep zikrettiğimiz gibi verilmiş olana “vefa” göstermek ardından gelecek nimetler için başlı başına bir davettir.
Celalettin-i Rumi’nin “çiviyi çakabilmek için defalarca kez vurmak gerek” ikazından yola çıkarak yineleyelim;
Âlemlere rahmet olan “Ölmeden evvel ölünüz” derken asıl diriliğe talip olanlara yol haritasını göstererek kalbin ihyası uğruna hakikatle dirilmek için önce zihinlerdeki cehaletin ve kalplerdeki kirin pasın yok edilmesi gerektiğini salık veriyor. Bizi iman dairesine alan kapının anahtarı olan Kelime-i Tevhid “La ilahe” diye başlayıp inanca dair tüm enkazları silip süpürürken ardından dil ile ikrar ve kalben tasdikle lafzettiğimiz “İlla Allah” ikrarı ise temizlenmiş olan İlahi nazargah olan gönül arsasına yol bilir hal bilir ellerle “Birlik Sarayı”nı inşa ediyor.
Haşyet ve ümit arasında akleden kalpler bilir ki bu sarayı inşa etmek isteyen herkese hikmet deryasından türlü nasipler vardır. Yeter ki insan, O’nunla arayıp O’ndan istesin ve nefsini araya katmasın. Ama “Hacer gönüllü” hayatların çabasını, “Abbas bilekli” yüreklerin cesaretini kendisine sermaye edinerek. Böylelikle hakikat habercisi olan kelimeler O’nun adıyla okundukça muhatabını ihya edecek; okunanlarla ahlaklandıkça da “sözün güzeli” hayatlarda can bulacak; bu canlılık her mahlûkata sevgi, şefkat, merhamet ve adalet olarak sirayet ettikçe de gönüller fethedilecek, herkesin kendi toprağında filizlenecek tohumlara su ve gıda olacaktır.
Kanımca aklımız kalbimizin ardınca yürümediği için bizim bugünkü sıkıntımız tam da burada başlıyor. Çünkü kendisine kelimelerin ruhu lütfedilen her yolcu her nimetin birer imtihan olduğu gerçeğinden yola çıkarak bu kelimelerin amele dönüşmesi konusunda sınanıyor. Ama biz tertemiz akledemiyor, koşulsuz sevgiyle çarpan ve sadakat üzere yaşayan bir kalp ile Hakk’ı tasdik edemiyoruz. Belki de bu yüzden açlıktan karnına taşlar bağlayan, geceler boyu ümmetinin kurtuluşu için alnını secdeden kaldırmadan yakaran güzelin sadıkları olarak olan bitene “marifet” gözüyle bakamıyoruz.
Peki, ne yapmamız gerekiyor?
Zamanın üzerine yemin eden sonsuz kudret, nefislerin uydurduğu temelsiz tasavvurların ahir akıbette tek tek yıkılacağını ikaz ederek hakikati dert edinenlerin hüsrana uğramayacağını müjdeliyor. Bizim çözümümüz de burada başlıyor. Bu müjdeyi aynı zamanda yerine getirilmesi gereken bir “ödev” olarak omuzlarımıza alarak “her şey” ve “güzel” kavramlarına yeniden ruh vermemiz gerekiyor.
Ancak; sinirlerini alıp, içlerini boşaltmadan, kendimize yontmadan… İçinde bulunduğumuz hali meşrulaştıracak bin bir türlü bahane ve "argüman" üretmeden… “Çığırından çıkmış zamanları düzeltmek boynumuzun borcudur” diyerek bir bir toprağa düşen mübarek başların, hakkı ve adaleti diriltmek için yaşayan yiğitlerin ölüme koştuğu; büyük hakikatler uğruna serden geçenlerin, yürek yükü iman olan şehitlerin vuruştuğu; duruşuyla asil, mücadelesiyle onurlu; vatan ve namus uğruna ölümü izzet, zalimlerle yaşamayı bir rezil zillet sayanların yurdunda olduğumuzu unutmadan… Azına çoğuna bakmadan, ileri geri konuşana aldırmadan, iltifat edenin övgüsü ile kınayanın kınaması arasında nefsimizi tahrike yahut kalbimizi tahribe yol açacak bir fark görmeden…Hesabî değil hasbî bir gönülle…“Ben olmazsam kimse bişey yapamaz” kibriyle değil “vatan sevgisi imandandır” idrakiyle… Dillerimizdeki adalet, hakikat, merhamet gibi ulvi söylemleri ilkin kalbimize sonra hayatımıza nakşederek… Zorbalıkta adalet, zulümde hak aramadan… Şehitlerinin imanlarına kanlarını şahit kılarak suladıkları bu mümbit coğrafyanın izzetini ve şerefini yok etmeden… Küçücük hırslarının ardında yitip giden kayıp zamanların insanları olmadan… Yürek ülkesinin çocuğu olduğumuzun farkındalığıyla…
Çünkü gaflet, Allah ve Resülünü tanımayanların da derdidir, günde beş vakit alnı secdeye değenlerin de. Bu gafillikten olsa gerek güneş apaçık ortada iken meşalelerin cılız kıvılcımlarıyla vakit kaybedip gölgeleri ilah edinenler, gaflet ve delalete sapıyor. Öyleyse ne aradığımızı, neye talip olduğumuzu bilmemiz gerekiyor. Zira ne aradığını bilmeyen ve talip olduğu şeyin farkında olmayan, onu tanıyamaz.
Malumunuzdur ki; kainat var olduğundan beri iyi ile kötü, hak ile batıl bir mücadele halinde ve bu mücadele sünettulahın gereği olarak hayatlara yansıyor. Güzelliğin ortaya çıkması için nasıl çirkinliğe ihtiyaç varsa, kötülük olmadan da iyilik tecelli etmiyor. Allah ise, kullarını hak ve batıl yolunda seçmek ve ille de ayrıştırmak için onları hür iradelerinde serbest bırakmış durumda ve ortaya şer gibi çıkan musibetler, başa gelen belalar, esen sert fırtınalar ise bu ayrışmayı sağlayan turnusol vazifeli mihenk taşları. Yazık ki bu sınanmaların ruhuna eremeyenler, nesiller boyu cennet misal yurt edinip çok ciddi emek verdikleri yaşamlarını güzelleştirmek, ötelere taşımak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyorlar ama karşılarına çıkan ilk büyük engelle de başka yerleri yurt tutmak ümidiyle çekip gidiyorlar.
(Devamı yarın)