M. RIDVAN SADIKOĞLU

M. RIDVAN SADIKOĞLU

İNSAN İNSANA EMANETTİR

HÜZNÜMÜZÜN BAŞKENTİ (1)

Bir zamanlar Bağdat’ta ünlü bir marangoz varmış. Ömrünün ahir zamanında epeyce bir zaman ayırarak sedef kakmalı ceviz ağacından çok güzel bir minber oymuş. O kadar çok emek vermiş ki minbere her gören onun güzelliğiyle büyüleniyormuş. 

Bu “yürek teri” minberin nâmı almış yürümüş. Öyle ki Bağdat’a her gelen, marangoza gidip ‘şu minberi bize sat, falanca camiye götürelim’ diyormuş. Onun cevabı ise hep aynı, “bu minber Mescid-i Aksa’ya gidecek”.

Ahali şaşırıyor tabii, “İyi de Kudüs Haçlı işgali altında”.

Marangoz yüksünmeden hep aynı cevabı veriyormuş;

“Benim elimden gelen bu. Ben zanaatkârım. Minber yontarım. Bir babayiğit de çıksın, Kudüs’ü geri alsın, bu minberi de yerine oturtsun.”

Derken bu minber hikayesinin konuşulmadığı hiçbir şehir kalmamış. 

Herkes minberin güzelliğini bire beş katarak birbirine anlatırken, aynı hikâyeyi yedi-sekiz yaşlarında bir çocuk da işitmiş. Ama o, eserin güzelliğinden ziyade, müessirin vasiyetine kulak vermiş.

Aradan kırk yıl geçmiş ve o minberi durması gereken yere, Mescid-i Aksa’ya yerleştirmiş. Diller ise onu Selahaddin-i Eyyubi (rahmet olsun) diye anmış! 

Evet, o minber Mescid-i Aksa’ya yerleştirileli yaklaşık bin yıl oldu. 

Avustralyalı Yahudi Dennis Michael Rohan'ın 21 Ağustos 1969'da Mescid-i Aksa'ya girerek, Kıble Mescidi'nin mihrabını ve sözünü ettiğim o bin yıllık minberini ateşe vermesinin üzerinden tam elli yıl geçmesine rağmen İsrail işgalinde bulunan Harem-i Şerif bugün yine yangın yeri.

İsrail’in ilk ve dünyanın üçüncü kadın başbakanı olan Golda Meir’in başbakanlık yaptığı o tarihte verdiği bir demeç aslında bugünkü aymazlığımızın tablosunu tam elli yıl öncesinden önümüze koyuyor;

“Mescid-i Aksa’da yangın çıktığı o gece sabaha kadar uyuyamadık. Sanıyorduk ki o gece tüm İslam devletleri güçlerini birleştirerek bir araya gelecek, ordularıyla üzerimize gelecek ve Kudüs’ü başımıza yıkacaklar. Ancak sabah olduğunda yersiz bir korku duyduğumuzu anladık. O gün farkına vardığımız başka bir şey ise bizim istediğimiz her şeyi yapabileceğimiz idi.”

Ne acı değil mi?

Yine bir Ramazan ayı ve yine kuduran İsrail. Yüksek perdeden hamasi kınamalarımız, gür sedalı sloganlarımız, lanet okumalarımız, göğe yükselen beddualarımız yeri göğü inletiyor. Konferans ve toplantılarımız, diplomatik iletişimlerimiz baş döndürücü bir hızda cereyan ediyor.

Ama yazık ki sadece konuşuyoruz!

İsrailiyat bütün dünyayı fiilen sömürgeleştirirken; bakir tüm alanlarını zapt ederken, dünyanın bütün coğrafyalarını işgal ederken; bütün medeniyetlerine, kutsallarına saldırırken ve tüm dünyayı seküler duyuş, yaşayış ve bakış biçimleriyle medyaları vasıtasıyla ayartarak zihnen sömürgeleştirip köleleştirirken sadece konuşuyoruz

Siyasetçimiz, münevverimiz, tüccarımız, dervişimiz, esnafımız hasılı kim varsa (en başta kendi nefsim) konuşuyoruz, hem de hiç durmadan. Ama bu konuşmalarımıza dahil ettiğimiz çirkin yanımızı kapatacak zannettiğimiz nostaljik aksesuarlarımız, kusurumuzu daha çabuk ve daha çok ele vermekten başka bir işe yaramıyor. Çünkü bilmiyor konuşuyoruz, bilmeden konuşuyoruz, bilmediğimiz ne varsa konuşuyoruz.

Siyasetçimiz insanlığın doğduğu bu kadim topraklarda eğitime, bilime, maneviyata hız vererek, bizzat ağacın kökünü sulayarak halletmesi gereken problemlere güç yetiremediği için konuşuyor. Münevverimiz bilmeyişini saklamak için konuşuyor. Konuya dair bizim bilmemiz gerekeni değil, kendi bildiği herşeyi ifade etmek için çırpınışından anlıyoruz hiçbir şey bilmediğini ve yazık ki ona emanet edilen ilmin hakkını eda edemediğini. Dervişimiz ne zaman ‘ol’maktan bahsetse, olamadığının katmerli itirafı oluyor dudağından dökülen sözler. Çünkü sözleri kalplere ulaşmıyor, sadece kulağa misafir oluyor. 

Biz konuşmakla, beddualarla, sloganlarla tam yetmiş beş yılı geride bırakırken onlar karış karış işgal ettikleri tarih boyunca yükselmenin de alçalmanın da zirvesinin yaşandığı bu mübarek topraklardan Suriye’yi de kendi topraklarına katıp “Büyük İsrail” için geceli gündüzlü şeytana rahmet okutan planlarla çabalıyor!

Kendimizi adeta yırtarcasına boşuna demiyoruz hakkın gücü değil, gücün hakkı hâkim diye! 

Güç dediğim şey para değil hayır, güç dediğim şey bilgi. 

Öyle ya biz öğlene kadar yataklarımızda uyurken bilginin gücünü elinde tutanlar, yedi yirmi dört mesai yapanlar; bu bilgiyi teknolojik erklere dönüştürüp sadece zihinlerimizi değil anlam haritalarımızı da boydan boya işgal etmediler mi? 

Elimizde köklerimize, bizi biz yapan değerlerimize, rahmetimize, merhametimize, birlik ve beraberliğimize, kardeşlik ve bağlarımıza ait artık doğru dürüst ne var söyler misiniz? Adım adım kalan kırıntıları da yok etmek adına birbirimizi yemiyor muyuz?

Yaklaşık iki milyar müntesibi ile bugün düştüğümüz bütün utanç verici hallere rağmen; şükür ki biz az ya da çok insanız ve şükür ki göğsümüzün sol yanında atmaya devam eden bir kalp taşıyoruz hâlâ. Zira ruhumuz üşümeye, içimiz yanmaya, gözümüz yaşarmaya, kalplerimiz derinden yaralanmaya devam ediyor. Kutsiyeti ayetle sabit kılınmış alemlere rahmet olanın emaneti olan o şehre, hüznümüzün başkentine saplanan hançer, elbette ki canımızı yakıyor. 

Ama ne yetmiş küsur yıldır Filistinlilere Nazi katliamlarını aratmayacak ürperticilikte zulüm yapan zalimin zulmü yalan ne de Müslümanların zafiyetleri yalan; hepsi gerçek!

En yalın gerçek ise esaret altında olanın aslında Kudüs değil; vurdumduymazlığımızla, hamasetimizle, tembelliğimizle, cellatlarımızla duyduğumuz aşklarımızla, tefrikamızla, boydan boya işgal edilen anlam haritalarımız, gönül coğrafyalarımızla bizim esir olduğumuz!

(Devam edecek)

<