İÇİMİZDEN HESAP SORMAK -1
Madem ki yaşamı kendini bulma ve bir olgunluk yolculuğu olarak tanımlıyoruz, öncelikle kabul etmeliyiz ki, bu yolculukta “hayat” denen bilgelik; sunduğu ağır şartlar, yedirdiği yumruklar ile bize yaşama sanatını öğretiyor.
Peki nasıl?
İlahi hitapta bazen Hz. Musa (as)’da olduğu gibi azgın bir devlet terörü; çocukları bir sepete koyup ırmağa attırırken, binlerce annenin döktüğü gözyaşından sinerji yaratarak, ırmağa terk edilerek büyümüş bir çocuğun ruh dünyasında şiddetli bir vicdanî patlamaya dönüşerek ortaya çıkıyor!
Bazen Hz. Yusuf (as) kıssasında olduğu gibi kuyuda bulunmuş bir çocuğun vicdanı oluyor. Bazen Hz. İsa (as) ile ilgili ayetlerde olduğu gibi mabet basıp masaları sandalyeleri yerlere fırlatarak "Allah'ın evini ticarethaneye çevirdiniz" diye haykıran, bu bezirgân din tacirlerini göre göre büyüyen bir çocuğun çarmıha yürüyen dilinde "kelime" oluyor.
Dikkat edin!
Bütün bunlarda öksüzlük, dram, trajedi, yalnızlık ve gariplik var! Hemen hepsi öksüz veya tek başına! Kimisi annesi babası olmama anlamında, kimisi onları bir şekilde kaybetme anlamında, kimisi de toplumu içinde yalnız kalma anlamında acıların göğsünden süt emerek kemale eriyor!
Alemlere rahmet olanın hayatında da durum farklı değil.
Daha dünyaya gelmeden babasını kaybediyor. Dört yaşına geldiğinde annesi sonsuzluğa göçüyor. İçinde yaşadığı toplum tarafından hor görülüyor ve tahakkümlere maruz kalıyor. Onu bir baba şefkati ile büyüten dedesi ile birlikte yoldaşını, Hatice (r.a)’sini kaybediyor.
Bir baba olarak yedi çocuğunun altısını kendi elleriyle gömüyor. Ama peygamberlik vazifesini aldıktan sonra da acı, hüzün ve gözyaşından emzirilerek verilen bu mahrumiyet eğitimi ona “kemal” sıfatına ulaşmanın kapılarını ardına kadar açıyor.
Takdir edersiniz ki mahrumiyet eğitimi alan, acılarından beslenmeyi, acılarını sevmeyi bilen bir insan her şeyden önce elindekinin kıymetini bilir. Yokluk ve acı yaşayan insanların halinden anlar. Zor şartlara karşı dayanıklı hale gelir. Sorumluluk alma, onları taşıma kapasitesi genişler. Her şeyi başkalarından beklemeden bir başına yapmayı öğrenir. Bahane üretmez, zira yaşadıklarının ona sunduğu tecrübeler ile hep önde olur ve hep öncü olur!
Peki bizde durum ne?
Geçmişin kadim öğretileri daha yüksek bir amaç uğruna, benliği reddedip “hiç” olabilmenin hazzını fısıldarken; bugünkü “terapi kültürü” günümüz insanını acıdan, gözyaşından, kederden sıyırma gayreti içinde benliğin evetlenmesini hayatın merkezine oturtuyor.
Oysa ki (yukarda kısmen andığım) yüzyılların birikimi olan kadim öğretilerimiz, gelişme ve olgunlaşma denen şeyin; bir kitaba sığdırılmış sloganik öğretilerle ya da içimizdeki zehri karşımızdaki uzmana aktararak bir iki saatlik terapi ile rahatlamakla değil; hayatın duvarlarına çarpa çarpa, kanaya kanaya, yaşayarak, tecrübe ederek, yaşadıklarından öğrenerek mümkün olabildiğini söylüyor ve hayatın kıyısından bakmayı değil, içinden geçmeyi öğütlüyor.
‘Ben’in ancak ‘biz’ ile var olabileceğini de ısrarla haykırıyor.
Ancak, yaşadığımız çağın paslı ikliminde “insan kalmanın” yol haritasını sunan İlahi beyan; kimi zaman hurafe, kimi zaman gelenek ve kimi zaman da ideolojik çatışmadan kaynaklanan bir herc ü merc içerisinde kayboluyor bugün ve toplum adım adım hassasiyet ve önceliklerini yitiriyor.
Ama olay sadece bu kadar değil!
Bence en vahim ve hududu aşan insanlar olmaktan daha da kötü olanı; anlayamadığımız, bilemediğimiz yahut da dini ve/veya ideolojik karmaşada kaybettiğimiz kutsalların yerine kendi icat ettiğimiz bir inanç anlayışını ve bu anlayışın beraberinde getirdiği birtakım ritüelleri benimsiyor, hayatımıza hâkim kılıyor olmamız.
(Devam edecek)