İÇİMİZDEN HESAP SORMAK -3
Bu tür insan modelleri, kendilerini olumlu her faaliyetin “olmazsa olmazı” kabul ederler ve tüm cümleleri genellikle “ben olmasaydım” ile başlar.
Yani bunlar da tuzak kurmakta “mahir” olan şeytanın üfürük ve vesveselerine esir olup, tebessümlerini süslemeye başlamışlardır.
Üçüncü tip insan modeli genellikle ellerimizdeki veya gözlerimizin önündeki ekranlar marifetiyle tanış olduğumuz insan tipleridir ve bu tür insanların genelde “insan üstü” güçleri vardır.
Bu tür tiplerin aynı anda hem siyaset hem futbol hem magazin hem deprem hem cinayet hem din hem kültür hem sanat programlarında “ateşli” tartışmalara girdiğini görürsünüz. Andığım tüm konularda “mutlak” bilgi sahibi, hatta “otoritedirler.”
Sanırsınız ki toplasan kırk ya da bilemedin en fazla elli yıllık ömürlerinde saydığım tüm alanların okullarını okumuş, bu alanlardaki ihtisasını tamamlamış ve hepsinden “pekiyi” derecede diploma almışlardır.
Özellikle son dönemde alevlenen dini tartışmalarda soyundukları dava adamı rolünün ayrılmaz parçasıdırlar. Çünkü dava “onlarsız” olmaz ve varlıklarının davalarına onur kattıklarını zannı içinde, soyundukları davanın onları “onurlu” kıldığının farkına dahi varmazlar.
Peki bu insanlardan uzak mı kalalım?
Hayır, tabi ki!
Öyleyse çözüm ne?
İlahi hitabın ilgi çekici bir anlam derinliğine sahip olan ve hepimize okul yıllarında “Ebu Leheb’in elleri kurusun” olarak öğretilen Tebbet Süresi, yazık ki bu anlam derinliğine ulaşılamayan ve “yaşandı bitti” gözüyle bakılan yani mehcur bırakılan (terkedilen) sürelerden biridir.
Kıyamete kadar korunacak bir evrensellik üzerine bina edilen; her çağ ve topluma hitap eden bu dili anlamaya çalıştığımızda göreceğiz ki Yaratan kudret, “Ebu Leheb’in elleri kırılsın” demiyor, “kurusun” diyor.
Neden dil veya başka bir şey değil de “el” peki?
Çünkü Araplarda “el” güç ve servetin sembolüdür. Süre’ye adını veren “Tebbet” kelimesinin Arapça karşılığı ise “kurudu” demek.
Küfrü, yani “sevgisizlik, merhametsizlik, adaletsizlik, kin, nefret, düşmanlık” gibi insanı insanlıktan çıkaran tüm kavramları, bir bataklığa benzettiğiniz zaman iman iddiasında olan bireye, bu bataklığı “yok etme” görevi verilmiyor. Tam aksine bu bataklığı “kurutma” yani verimsiz araziyi verimli hale getirme görevi veriliyor.
Çünkü ancak bu sayede günaha, kötülüğe sebep olan her ne varsa, sevgi ve merhamet karşısında kuruyacak ve orası “adaletin” buram buram koktuğu verimli bir arazi olacaktır.
Zannımca bu, anlam derinliği kendinin uzağında yaşamayı marifet zanneden çağımız insanına “özüne yaklaş” anlamına gelen bir işaret fişeğidir ve dikkat edilirse hep söylediğim gibi “yok etme” yok, düşman olmak yok, ötekileştirmek yok, nefret yok.
İnsanları kınamadan, azarlamadan, suçlamadan bağrına basan kollar; manevi yaralarını saran, kırık gönüllerini onaran, üşüyen ruhları ısıtan şefkatli “eller” ancak böyle inşa ve ihya eder!
Çünkü imtihan yok etme değil “yaşatma” üzerine; günahkara değil günaha düşmanlık üzerine; bebeği değil altındaki kirli bezi atmak üzerine kurulu!
En ufak bir yanlışta insanların “ilahı” kesilenlere, Rahman’ın tahsildarıymış gibi hareket edenlere, kendini kurtarmış gibi onu bunu ateş ehli ilan edenlere bundan âlâ bir manifesto olabilir mi?
İlle de rol arıyor, birilerini yargılıyorsak, kendi senaryomuzu yazarak hakkaniyet kantarına kendimiz tek başına çıkalım.
Ama önce “biz” kimiz, ona bir karar verelim.
Zira, bilginin “diploma mühründen” kurtulduğu ve hemen her tür bilgiye bir tuşla ulaşılan bir çağdayız. Bu yüzden de kimseye “sus konuşma!” demenin, “senin aklın ermez!” türünden yaklaşımların tutarlı bir yanı yok. Artık konuşulacak, yazılacak, çizilecek ve şirazesi kaymış bu paslı iklimde buna kimse engel olamaz.
Ama sanki “kimlik” olmadan kişilik de olmuyor.
Kimliğin inşası için de liyakatsizliğini ideolojik kimliği veya sadakatiyle, ehliyetsizliğini laf cambazlığıyla, beceriksizliğini şark kurnazlığıyla, tembelliğini cazgırlığıyla örtenlerin yerine, gerçekten liyakat, ehliyet, gayret ve adalet duygusu taşıyan şahsiyetlerin yetişmesini yüreklerimize yük etmemiz gerekiyor.
Bu yüzden bilmeyenlerin, hatta bilmediklerini de bilmeyenlerin konuştuğu kadar, “bilenlerin” de konuşması gereken ve bu koyu cehalet kadar bilenlerin de cesur olması gereken bir çağ bu.
Zira bu dönemi kapkara bir geceye benzetirsek; “bilenler”, bu gecenin semasında parlayan canlı ve ışık saçan cinsten yıldızlarımız olarak parlamalı.
Sanırım “fikir işçiliği” yapabilmek, (en azından kendi adıma) bu yüzden bu kadar önemli!
Çünkü farkındayım ki, bilgi “yıkılmaz bir krallık” ve bu krallığa giden yol, kitapların arasından geçiyor. Bu yolda yürüme zahmetine katlanıp, bedelini ödeyerek bu yürüyüşü tamamlayanlar ise sözün gücüyle “bilgelik” kazanıp insanlığın kanayan ruhlarını pansuman ediyor!
“Bilmediğimi” bildiğimin farkında; okuduğum her satır, bitirdiğim her kitapla biraz daha küçülen biri olarak, İlahi hitabın deyimiyle “kendimi israf edenlerden” olmamak adına belki de bu yüzden gönlüm hep kendimizden “haberdar” olmanızı istiyor.
Yüreğim, insan denen varlığı fıtratından uzaklaştırma ve kimliğinden soyutlama girişimlerine karşı bir hassasiyet, bir sancı oluşturmak; gönül coğrafyamızın düşen mevzilerini yeniden kurtarabilmek, insanlığın sızısını içimizde sürekli diri tutmak istiyor.
Müslüman denen öksüz aktörün, özne olmaktan kaçtığı bu çağda o sancıdan sizde geriye ne kaldı bilmiyorum ama hızla geçen zaman, içimizden hesap sormamız gerektiğini fısıldıyor.
Farkındalık temennisiyle!
(Bitti)