Ertan Yıldız

Ertan Yıldız

İlk Öğretmenin Kim Senin?

Birincisinden neredeyse yüz altmış  yıl önce yolu Amerika Birleşik Devletleri ve Fransız devriminin  doğuşuna evrilen Sıfırıncı Dünya Savaşı yapılmıştı.

Yedi Yıl savaşları olarak bilinen bu savaşlarda Almanya’yı temellendirecek küçük Prusya,  güçlü Fransa, Avusturya ve Rusya’yı yenebilmiş, Avrupa'nın askeri ve politik anlamda güçlü devletlerinden biri haline gelmişti.

Askeri mağlubiyetler ve toprak kayıplarından mutsuz Osmanlı Sultanı, Prusya'nın bu başarısından çok etkilenmişti. Prusya'nın kazandığı zaferlerden hayrete düşerek bunun müneccimler ve yıldızlar sayesinde olduğuna kanaat getirmiş, elçisini göndererek Prusya kralından üç müneccim istemişti.  

Prusya kralının mütebessim cevabı şu oldu: “İyi bir orduya sahip olmak, barış zamanında harbe hemen girebilecek bir şekilde onu eğitmek, hazineyi dolu tutmak, işte benim üç müneccimim. Bunlardan başka müneccim yoktur.” 

***   ***   ***

Bir milletin kuvveti ve büyüklüğünü  müneccim ve yıldızlara bağlayan, 

Gezegenlere bakarak yılın, ayın, günün hangi saatlerinde hangi işlerin yapılmasının uygun olacağını devletin asli işlerinde odak noktası alan,

Boş inançlardan medet uman,

Feodal, paylaşılmayan ve değişime direnen bir siyasi yapı.

Böyle bir yönetici tabakası...

Okumayan, üretmeyen bir insan yığını.

İşletilmeyen, kendi haline bırakılmış devasa topraklar.

Geleneksellik tabusundan kurtulamayan cemaatçi güçler.

Arsız sahiplerinin elinde çıkar silahı olmuş bir din.

Kaderci bir zihniyetle varsa yoksa ölümden sonraki hayat.

Böyle bir toplum...

***   ***   ***

Böyle bir yönetim ve böyle bir toplum ile gelişen dünyaya ayak uydurmak imkansızdı. Yapılması gereken bu toprakların insanını geri bırakan düşüncelerden, yazıdan, dilden,  adetlerden, tarihsel anlayıştan kurtarmak, yanlışların yerine doğruları koymak, hayat şartlarına göre yeni çözümler üretmekti.

Osmanlı'da siyasi, ekonomik ve sosyal hayata ilişkin tüm sorunlar detaylı olarak değerlendirilip incelendiğinde tüm sorunların tek bir kapıdan girip bulaşıcı bir virüs gibi devletin ve toplumun tüm vücuduna yayıldığı görülüyordu.  O açık kapı eğitimsizlikti.

İmparatorluğun son iki asrında bu büyük sorunu gidermek için önlemler alınmaya çalışılmışsa da medreseli-mektepli karmaşasında getirilen tedbirler şahsi, istikrarsız ve dayanaksız olmuştu.

Osmanlı, Anadolu’yu sadece asker ve vergi gönderen, uzaklardaki bir memleket kadar yabancı, meçhul bir vatan toprağı olarak görmüştü.

Öğretmenlerin sayısı ve niteliği yetersiz, ekonomik imkanları  çok kısıtlıydı. 

Çoğu yerleşim yerinde halkın okumasından rahatsızlık duyan, midesini ve kesesini asalak gibi insanların gaflet uykusundan faydalanarak doyuran kişiler vardı. 

Eğitim işlerinin finansını devletin ekonomisi tam karşılayamadığı için dini, eğitime egemen kılmak isteyen cemaatler mevcuttu. 

Muallimlerin önde, talebelerin onun arkasında namaz kılmadığı bir tahsilden memlekete fayda gelmez diyerek ödenek verilmediği için kapatılan okullar vardı.

En önemlisi okuma yazmanın yararına inanmayan bir halk söz konusuydu. 

Mustafa Kemal yeni devleti kurarken yerleştirmeye çalıştığı  rejimin toplumsal altyapısı için milli eğitimi, milli mücadelenin silahsız bir parçası olarak görüyordu. En azından halk milli varlığının farkına varmalı ve milli varlığını korumak bilinciyle eğitilmeliydi. Eğitim boş inançlardan, milli kültürümüzle ilgisi olmayan Doğu ve Batı etkisinden arındırılmalı, bilimsel, çağdaş ve hayata dönük olmalıydı. 

 

Cumhuriyet ilanından hemen önce uzman bir heyetle çalışmalara başlanıldı. İlköğretim mecburi olacaktı, en uzak köylerde uygun bölgelere yatılı okullar kurulacak, gerekirse gezici öğretmenler görevlendirilecekti. Kadınların eğitimden erkekler kadar istifadesi sağlanacak, beden eğitimine özel önem verilecek, yabancı, askeri, sıhhi ve dini okullar dahil tüm eğitim Maarif Vekaleti çatısı altında toplanacaktı.

İktisat Kongresinde bile köylerdeki ilkokulların sebze ve fidancılığa tahsis edilecek beş dönümlük bir bahçesi ile iki ineklik modern bir ahır, kümes ve arılığı olması, öğrencilere uygulamalı olarak çiftçiliğin öğretilmesi ve münevver insanların köylerde yerleşmelerinin teşvik edilmesi isteniyordu.

Cumhuriyet döneminde oluşturulan çağdaş eğitim yapısı, bireylerin yeteneklerini ortaya çıkaran ve onları gelişmeye sevk eden araç olarak tasarlandı. Eğitimin niteliği, bilginin günlük hayatta kullanılması ve işe dönük olması esasına dayalıydı. 

Yine de bir şeyler eksikti. Ermeni, Rum ve Yahudi çocukları beş altı ayda okuma yazmayı öğrenmesine rağmen Türk çocukları yıllarca okula gidip bir gazete okumayı beceremiyordu. Arap alfabesi bir engel miydi? Elifba bütün emekleri çorak yapan kısır bir yol muydu? Yarım asrı aşkın bir zamandır tartışılan alfabe konusuna Mustafa Kemal son noktayı koydu. Gelenekçilerdeki eski İslam eserlerinin unutulma ve Hristiyanlaşma kaygısına rağmen Latin alfabesine geçildi. 

Kafalarımızı demir çerçeveden, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretler ile birlikte Arap etkisinden kurtaracak bir devrim. Bu devrime vatandaşlara hem okuma yazmayı öğretecek, hem de tüm hayatları boyunca ihtiyaç duyacakları görgü ve bilginin verileceği millet mektepleri eşlik edecekti. 

Halk okuma odaları, halkevleri, köy eğitmen kursları ve köy enstitüleri çağdaş Cumhuriyet toplumunu yaratma yolunda halk eğitimini kurumsallaştırma çabaları olarak tarihe geçti. 

Ülkenin dershane, başöğretmenin Mustafa Kemal olduğu büyük bir halk seferberliği…

***   ***   ***

Bir yönetimin değeri büyük ölçüde onu oluşturan yöneticilerin ve halkın aldığı eğitimin değerine bağlıdır. 

Herşeyin değiştiği, yenileştiği, yeni anlayışların, yeni görüşlerin, yeni düşüncelerin ve yeni isteklerin oluştuğu bir dünyada…

İnsanlarımız ömrünü tüketmiş eski kuşakların eseri olan yetersiz ve geçersiz düzen kalıplarına ve hurafelere mi uymalı?

Yoksa hepsi de bilinçlice hesaplanmış, akıllıca düşünülmüş, gerçeklere dayalı, sessiz, sedasız ve gösterişsiz bir şekilde işleyen yönetim düzenine mi?

Cevabın kaynağı ulusal ruhun ortak gücü olan öğretmenlerde saklı gözüküyor...

<