CEMAL KARABAŞ

CEMAL KARABAŞ

İMAMİSTAN’A BİR YOLCULUK

İMAMİSTAN’A BİR YOLCULUK

AJT  şirketine ait  ikiyüz küsür   kişilik DC- 111 sefer sayılı Boeing 727 uçağı  bir buçuk saatlik uçuştan sonra   korkunç  bir homurtuyla    İmamistan   havaalanına indi.

Ben fakirin de içinde bulunduğu  kafile oturmayıp  hemen ayağa  kalktık. Hostes hemşireler  bazı sözlü uyarılarda bulundularsa da  aldırmayıp kabin  dolaplarındaki bavul,  valiz, kutu ve naylon poşetlere hücum ettik.

Elimize aldığımız şahsi eşyalarla kapı önünde   bekleme moduna geçtik.

Ancak  şu sıralar -2024 senesinde-   her iş ve teşebbüste  malum arıza ve  tatsızlıklar     meydana geldiğinden bakalım şimdi de ne oldu, diye merak saikiyle çevreye  bakındık. Yaptığımız soruşturmada  bize  yeni diye  kakaladıkları uçağın iniş kapıları açılmamıştı . Zaten bu  uçağın koltuk arkalarında tv ekranı bile yoktu.

Büyüklerimiz   sabrın sonu selamet  dediği için biz  halkın çocukları;  büyüklerin sözleri birer cevherdir,  bunda da vardır bir hikmet   deyip  elimizdeki tespihi  çekmeye başlamıştık.

Tespihi çekeduralım;  tam o esnada  ana kucağındaki yavrucak,  arı  ısırmış gibi  bir çığlık  basmasın mı!

Yan koltukta geliniyle oturan kara çarşaflı hanım teyze yolcu, dişleri arasına tuttuğu çevresi   oyalı dolağını biraz gevşeterek   ; n’etsin esgütek; nefesini açiyi, dedi. Geline dönüp;  ağlatma çağayı  memesini ver Azet, demişdi.

Bebek  boyundan büyük   sesiyle     hadiseye  iştirak ve intikal eyleyince, doğu illerindeki  seferden dönen  halk ; demek ki  kaderde bu da varmış. Kadere rıza göstermek gerekir,  deyip başını önüne eğdi.

Temsilde hata olmaz; koridor arası  et etin üstündeydi. İğne  atsan yere düşmezdi ...

Ayakta   esneyenler mi dersin, uyuşmuş kol ve bacaklarıyla kültür fizik hareket yapanlar mı  dersin; hep kapı önünde yığışmıştılar.

Bekleye bekleye ayağımıza kara sular inerken, aradan bir miktar daha  zaman geçti.

Yer  ekibi merdiveni     kapıya  dayayınca zamanı durdurup  kendimizi  merdivene  attık. Aşağı  sarkıp  serbest  yürüyüşe geçtik.

Vakit gecenin ikisi olup  hava buz gibiydi. Uçağın kapısında bekleyen    karalı, sarılı     iki adet hostes  elleri arkalarında “Gene bekleriz. iyi akşamlar “ demişlerdi ancak  vakit  akşam değil,  geceydi.

Gene  ifade etmek gerekirse hava  sıcak değil buz gibi  soğuktu. Yolculuk  iyi değil, kötü geçmişti. Uçağımız iki kere hava boşluğuna düşmüştü.

Bunalmış, yorulmuştuk.

Kalkarken uçak adeta  piste yapışmış,  kalkmamakta ısrar ediyordu.  Personele tevcihen;  noluyor yahu, niçin uçmuyoruz? Rötarın sebebi nedir?  sorumuza  anlamlı bir cevap alamamıştık.

Hostes hemşirelerimiz  uçuş esnasında   ikram (!) diye   aralarına soktukları  bir parça domates,  takriben on  gramlık peynir  ile bir dilim  hıyardan ibaret  küçücük   tostlardan    yüz kızartıcı  meblağ talep edince   tosttan vazgeçip su  rica etmiştim.

Hostes hanımlar   su  için  kırk TL  talep edince,  ben de    bunu TL ‘nin  namus ve haysiyetine saldırı sayıp suyu iade  edip paramı geri  almıştım.

Paranın içine düştüğü bu  hazin  durumu kötü  yola düşmüş bir hanımın durumuyla eşleştirip   ziyadesiyle müteessir olmuştum.

Hatta devrisi gün yemeyip içmeyip bu durumu CIMER’e  yazıp   ulaştırma bakanlığına,  ve  sayın Cumhurbaşkanına arz etmeyi düşünecektim.

TL’ ye yapılan kötü muamele Türk örf ve adetine hiç  de  uygun değildi. Zira bizde  bir yolcu,  fakir bir evin kapısını  çalıp   bir bardak su istese ev sahibi  bir sürahi ayranı ikram eder,  para teklifini hakaret sayarlar...

Hakikatın bir başka tarafı da    rahmetli  ana ile  atanın  yemeyip yedirdiği, içmeyip içirdiği , adam olsun diye üniversiteye gönderdiği  bu  tahsil yapmış ancak bir bardak su alacak zenginliğe  ve  itibara  ulaşamamış sıradan  bir insanın  durumuydu.

Rahmetliler,   sağlıklarında  görselerdi,  halimize  bakıp  kalpten değil kahırlarından ölürlerdi. 

Yolcu kafilesinin  mühim  bir kısmı vaktiyle  Almanya’ya gidip  toprak, traktör sahibi olan fakir köylülerimizdendi.  Ağanın, derebeyinin, zalimin zorbanın  falakası veya  kamçısı altında ali okulunda  ders gördükten sonra ; artık yeter, Alamanya’ya  gidem de canımı  bunlardan kurtaram diyen, okumamış, cahil baldırı çıplak  takımındandı.  

Bunlar gurbet elinde   hela temizliğinden, mağaradan kömür çıkarma   işçiliğine kadar her işte  çalışmışlar, yemeyip içmeyip durmadan euro biriktirmişlerdi.

Güneş  gözlükleriyle köylerinden   tatilden dönüyorlardı

Üstleri , başları  yepyeni, kunduraları gıcır gıcırdı.

Bıyıklarını kesmişler,   uzun favori  bırakmışlardı.. Tâbi  ellerindeki eurolarıyla uçaklarda diledikleri kadar tost yiyip, diledikleri kadar kola içiyorlardı.

Bu sonradan görme Alamancılar,   Türklere bakıp bakıp “ Türkler bizi  kıskanıyor “ deyip bıyık altından  ; bizim euromuzla, bunların TL ‘si bir mi !  diye  gülüyorlardı.

Malûm sanatçı hanım da bunu görüp   “ benim oyum ile onun köyü bir mi? “dememiş  miydi ?

Nitekim  bu fakirin  vaziyetinden mülhem ; sayın Başkan da  geçen gün  acı içinde  kıvranıp “ağzım çamur gibi  , ben de  sıkıntının farkındayım " dememiş miydi...

Emeklinin, işçinin, işsizin, fakir köylünün, dul ve yetimin sıkıntısı, feryadı  ah !  şeklinde tecelli edip Allah'a havale  olunmuştu.

Bu cümleden olarak “ felek bir gün bize de güler" deyip  kendimizi uçaktan aşağı bırakıp  havaalanına inip  temiz,  ancak buz gibi bir havaya tevdi olunduk .

Siyatikli ayaklarım yürü  ya kulum,  talimatıma karşı dursa  da, sonunda  emrime itaat  edip çalışmaya başladı.

Küt  burunlu, sevimsiz   yolcu servisi bizleri  alıp   hareket etti.

Boş kapı bulamadığından  alanda yarım saatlik bir tur  atan  biçimsiz otobüs  nihayetinde  kendine açık  bir kapı bulunca  yanaşıp içindekilerini dışarı  boca etti.

Ana binaya geçip  bekleme salonlarından  kafileler  halinde yürüdük .   Exit ‘ e   doğru ilerledik...

Bu sırada kafileden ayrılan bir  kısım  yolcu ,  kargo şeridine  doğru yönelip, döner şeridin başında  gelene geçene dört göz oldular.

Kafilenin  diğer kısmı    hela  veya  yiyecek içecek büfesine  doğru yönelmişti.

Ben fakir ise  gecenin yarı saatlerinde  yarı aç yarı tok  depremden  kurtarmış olduğum üç beş küçük ev eşyasını sıfır atık mühürlü  poşetler içinde,   ardım  sıra  sürükleyerek  çıkışa doğru yürür idim.

Yürüyüş esnasında bir kısım  yolcunun  bekleme salonunda ağızları  açık uçuş  levhalarına baktıklarını,  gene diğer kısmının  da  koltuklarda sere serpe  uzandıklarını , diğerlerinin  yorgun   fersiz gözlerle  ruh gibi   dolaştıklarını,  esneme nöbeti geçirerek ayakta dikildiklerini gördüm.

Yürüyüp salondan çıktım.  Karşı kaldırımdaki otobüs durağına geçtim... 

Karşı  kaldırımda, karanlıklar  içindeki belediye  otobüs durağında yolcu çok  ancak  otobüs yoktu !

Diğerleri  gibi ben de birazdan gelir umuduyla   beklemekte olan yolcu  kuyruğuna girdim.

Kuyrukta şehrin şehreminisinin  İtalya’ya tatile gittiğini, her gidişinde arkasında  yağmur, çamur, kar ve bakımsızlıktan dökülen toplu taşım araçları bıraktığını  fısıldayarak  konuşuyorlardı.

Fısıldayarak  konuşmalara  doğrusu ben fakir,  hayret ettim. Zira  memlekette demokrasi  var diye baş baş bağırıyordum.

İmamımız, tatilini ikmal edip, müteakiben ülkesine  döneceğini,  Esed’den kurtulan Suriye’ ye   yardım  edeceğini  söylemiş ! 

Hava soğuk demiştim. Belli belirsiz  kıpraşıp duran  gece yolcuları  gibi ben de otobüs   kuyruğunda  gözlerimi  yola dikmiştim.

Kuyrukta  mülteci olduğu her halinden belli,kara çarşaflı incecik suriyeli bir  kadın,  kucağındaki çocuğunu omuzuna yatırmıştı. Gerçek yaşını göstermeyen,   boyu bir atmış, bir atmışbeş beş  santimetre, saçları kara  kıvırcık,  tombul baba ise  gecenin bu saatinde  bilet arayışı içindeydi.

Bende  yoktu...

Türkiye’de iyi insanlar çoktur.  Onlardan birinin  gayretleri  kuyrukta cevabını  buldu. Suriyeli aile de    kuyruğa dahil oldu.

Sonunda beklenen an  geldi. Eski körüklü, perişan  belediye  otobüsü  gelip , iki durak ortasında  zınk edip  durdu.

Bu durak mi o durak mı  derken,  bir takım  gözü açık, fırsatçı  taşralı  kuyruk düzenini  bozup  otobüse hücum etti.

Bu bozgun  karşısında isyan eden bazı yolcular ellerinde bavulları  ayakta seyahat etmek zorunda kaldılar. 

Gececi şoför  esneye  esneye aynaları kontrol ettikten sonra  kadınlı erkekli , çocuklu yolcularıyla  yola çıktı.

Bakımsızlıktan, yaşlanan körüklü , kah  ahlayarak,  kah vahlayarak,  bakımsız bozuk yollarda  seyir  halinde ayaktakiler ile oturanları bir kalıba sokmuştu. 

İki Kürt yolcu biri koltukta diğeri ayakta konuşuyorlardı. Bitmez tükenmez   köylerindeki  davardan tapandan konuşup duruyorlardı. Giyimleri eski ama temizdi. Traş olmuş, suratlarına krem sürmüşlerdi. Konuştular...Konuştular... Hep aynı şeyi konuştular...

Aradan zaman geçti, oturan Kürt’ün  yanındaki  koltuk boşaldı. Oturan kürt ayaktaki  Kürt’ü  yanına oturtmadı !  

Ayaktaki adam  karşı tarafta , deniz aşırı bir yere gidecekti.

Otobüs epey bir süre daha gitti. Bir durakta birileri indi. Ardı  sıra bunlar  da indiler, bir dağ başındaki bir durakta ; ıssız,  kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde.

Bu durak ne denize ne de ana caddeye yakındı. Buradan karşıya geçmeleri imkansızdı. Uyardım, aldırmadılar. Gecenin bu karanlığında  bu ıssız durakta neden indiklerini ben de anlayamadım. 

Otobüs yola devam etti. Bir kaç kere durup kalktı. Sonunda menzile vardım.

Otobüs durakları  karanlık,  kimseler  yoktu.  Evsiz, sabahı bekleyen bir kaç adamı dumanlar  içinde, sokak lezzetçisinin başında  gördüm. Saçı sakalına  karışmış bir adam bira içiyor, diğeri yerlerde sürünüyordu...

Yoldan geçen bir taksiyi durdurup evin yolunu tarif ettim.

Şoför özür dileyerek  sigarasını söndürmeye kalkışınca  engelledim. İç sigaranı  hemşerim  dedim. Bu saatte içmeyip de ne yapacaksın, dedim. 

Soruşturunca bizim  memleketten olduğunu öğrendim. 

Eve geldim. Kapalı pencereyi açtım. Şafak sökmek  üzereydi...

<