İMAMİSTAN’A BİR YOLCULUK
İMAMİSTAN’A BİR YOLCULUK
AJT şirketine ait ikiyüz küsür kişilik DC- 111 sefer sayılı Boeing 727 uçağı bir buçuk saatlik uçuştan sonra korkunç bir homurtuyla İmamistan havaalanına indi.
Ben fakirin de içinde bulunduğu kafile oturmayıp hemen ayağa kalktık. Hostes hemşireler bazı sözlü uyarılarda bulundularsa da aldırmayıp kabin dolaplarındaki bavul, valiz, kutu ve naylon poşetlere hücum ettik.
Elimize aldığımız şahsi eşyalarla kapı önünde bekleme moduna geçtik.
Ancak şu sıralar -2024 senesinde- her iş ve teşebbüste malum arıza ve tatsızlıklar meydana geldiğinden bakalım şimdi de ne oldu, diye merak saikiyle çevreye bakındık. Yaptığımız soruşturmada bize yeni diye kakaladıkları uçağın iniş kapıları açılmamıştı . Zaten bu uçağın koltuk arkalarında tv ekranı bile yoktu.
Büyüklerimiz sabrın sonu selamet dediği için biz halkın çocukları; büyüklerin sözleri birer cevherdir, bunda da vardır bir hikmet deyip elimizdeki tespihi çekmeye başlamıştık.
Tespihi çekeduralım; tam o esnada ana kucağındaki yavrucak, arı ısırmış gibi bir çığlık basmasın mı!
Yan koltukta geliniyle oturan kara çarşaflı hanım teyze yolcu, dişleri arasına tuttuğu çevresi oyalı dolağını biraz gevşeterek ; n’etsin esgütek; nefesini açiyi, dedi. Geline dönüp; ağlatma çağayı memesini ver Azet, demişdi.
Bebek boyundan büyük sesiyle hadiseye iştirak ve intikal eyleyince, doğu illerindeki seferden dönen halk ; demek ki kaderde bu da varmış. Kadere rıza göstermek gerekir, deyip başını önüne eğdi.
Temsilde hata olmaz; koridor arası et etin üstündeydi. İğne atsan yere düşmezdi ...
Ayakta esneyenler mi dersin, uyuşmuş kol ve bacaklarıyla kültür fizik hareket yapanlar mı dersin; hep kapı önünde yığışmıştılar.
Bekleye bekleye ayağımıza kara sular inerken, aradan bir miktar daha zaman geçti.
Yer ekibi merdiveni kapıya dayayınca zamanı durdurup kendimizi merdivene attık. Aşağı sarkıp serbest yürüyüşe geçtik.
Vakit gecenin ikisi olup hava buz gibiydi. Uçağın kapısında bekleyen karalı, sarılı iki adet hostes elleri arkalarında “Gene bekleriz. iyi akşamlar “ demişlerdi ancak vakit akşam değil, geceydi.
Gene ifade etmek gerekirse hava sıcak değil buz gibi soğuktu. Yolculuk iyi değil, kötü geçmişti. Uçağımız iki kere hava boşluğuna düşmüştü.
Bunalmış, yorulmuştuk.
Kalkarken uçak adeta piste yapışmış, kalkmamakta ısrar ediyordu. Personele tevcihen; noluyor yahu, niçin uçmuyoruz? Rötarın sebebi nedir? sorumuza anlamlı bir cevap alamamıştık.
Hostes hemşirelerimiz uçuş esnasında ikram (!) diye aralarına soktukları bir parça domates, takriben on gramlık peynir ile bir dilim hıyardan ibaret küçücük tostlardan yüz kızartıcı meblağ talep edince tosttan vazgeçip su rica etmiştim.
Hostes hanımlar su için kırk TL talep edince, ben de bunu TL ‘nin namus ve haysiyetine saldırı sayıp suyu iade edip paramı geri almıştım.
Paranın içine düştüğü bu hazin durumu kötü yola düşmüş bir hanımın durumuyla eşleştirip ziyadesiyle müteessir olmuştum.
Hatta devrisi gün yemeyip içmeyip bu durumu CIMER’e yazıp ulaştırma bakanlığına, ve sayın Cumhurbaşkanına arz etmeyi düşünecektim.
TL’ ye yapılan kötü muamele Türk örf ve adetine hiç de uygun değildi. Zira bizde bir yolcu, fakir bir evin kapısını çalıp bir bardak su istese ev sahibi bir sürahi ayranı ikram eder, para teklifini hakaret sayarlar...
Hakikatın bir başka tarafı da rahmetli ana ile atanın yemeyip yedirdiği, içmeyip içirdiği , adam olsun diye üniversiteye gönderdiği bu tahsil yapmış ancak bir bardak su alacak zenginliğe ve itibara ulaşamamış sıradan bir insanın durumuydu.
Rahmetliler, sağlıklarında görselerdi, halimize bakıp kalpten değil kahırlarından ölürlerdi.
Yolcu kafilesinin mühim bir kısmı vaktiyle Almanya’ya gidip toprak, traktör sahibi olan fakir köylülerimizdendi. Ağanın, derebeyinin, zalimin zorbanın falakası veya kamçısı altında ali okulunda ders gördükten sonra ; artık yeter, Alamanya’ya gidem de canımı bunlardan kurtaram diyen, okumamış, cahil baldırı çıplak takımındandı.
Bunlar gurbet elinde hela temizliğinden, mağaradan kömür çıkarma işçiliğine kadar her işte çalışmışlar, yemeyip içmeyip durmadan euro biriktirmişlerdi.
Güneş gözlükleriyle köylerinden tatilden dönüyorlardı
Üstleri , başları yepyeni, kunduraları gıcır gıcırdı.
Bıyıklarını kesmişler, uzun favori bırakmışlardı.. Tâbi ellerindeki eurolarıyla uçaklarda diledikleri kadar tost yiyip, diledikleri kadar kola içiyorlardı.
Bu sonradan görme Alamancılar, Türklere bakıp bakıp “ Türkler bizi kıskanıyor “ deyip bıyık altından ; bizim euromuzla, bunların TL ‘si bir mi ! diye gülüyorlardı.
Malûm sanatçı hanım da bunu görüp “ benim oyum ile onun köyü bir mi? “dememiş miydi ?
Nitekim bu fakirin vaziyetinden mülhem ; sayın Başkan da geçen gün acı içinde kıvranıp “ağzım çamur gibi , ben de sıkıntının farkındayım " dememiş miydi...
Emeklinin, işçinin, işsizin, fakir köylünün, dul ve yetimin sıkıntısı, feryadı ah ! şeklinde tecelli edip Allah'a havale olunmuştu.
Bu cümleden olarak “ felek bir gün bize de güler" deyip kendimizi uçaktan aşağı bırakıp havaalanına inip temiz, ancak buz gibi bir havaya tevdi olunduk .
Siyatikli ayaklarım yürü ya kulum, talimatıma karşı dursa da, sonunda emrime itaat edip çalışmaya başladı.
Küt burunlu, sevimsiz yolcu servisi bizleri alıp hareket etti.
Boş kapı bulamadığından alanda yarım saatlik bir tur atan biçimsiz otobüs nihayetinde kendine açık bir kapı bulunca yanaşıp içindekilerini dışarı boca etti.
Ana binaya geçip bekleme salonlarından kafileler halinde yürüdük . Exit ‘ e doğru ilerledik...
Bu sırada kafileden ayrılan bir kısım yolcu , kargo şeridine doğru yönelip, döner şeridin başında gelene geçene dört göz oldular.
Kafilenin diğer kısmı hela veya yiyecek içecek büfesine doğru yönelmişti.
Ben fakir ise gecenin yarı saatlerinde yarı aç yarı tok depremden kurtarmış olduğum üç beş küçük ev eşyasını sıfır atık mühürlü poşetler içinde, ardım sıra sürükleyerek çıkışa doğru yürür idim.
Yürüyüş esnasında bir kısım yolcunun bekleme salonunda ağızları açık uçuş levhalarına baktıklarını, gene diğer kısmının da koltuklarda sere serpe uzandıklarını , diğerlerinin yorgun fersiz gözlerle ruh gibi dolaştıklarını, esneme nöbeti geçirerek ayakta dikildiklerini gördüm.
Yürüyüp salondan çıktım. Karşı kaldırımdaki otobüs durağına geçtim...
Karşı kaldırımda, karanlıklar içindeki belediye otobüs durağında yolcu çok ancak otobüs yoktu !
Diğerleri gibi ben de birazdan gelir umuduyla beklemekte olan yolcu kuyruğuna girdim.
Kuyrukta şehrin şehreminisinin İtalya’ya tatile gittiğini, her gidişinde arkasında yağmur, çamur, kar ve bakımsızlıktan dökülen toplu taşım araçları bıraktığını fısıldayarak konuşuyorlardı.
Fısıldayarak konuşmalara doğrusu ben fakir, hayret ettim. Zira memlekette demokrasi var diye baş baş bağırıyordum.
İmamımız, tatilini ikmal edip, müteakiben ülkesine döneceğini, Esed’den kurtulan Suriye’ ye yardım edeceğini söylemiş !
Hava soğuk demiştim. Belli belirsiz kıpraşıp duran gece yolcuları gibi ben de otobüs kuyruğunda gözlerimi yola dikmiştim.
Kuyrukta mülteci olduğu her halinden belli,kara çarşaflı incecik suriyeli bir kadın, kucağındaki çocuğunu omuzuna yatırmıştı. Gerçek yaşını göstermeyen, boyu bir atmış, bir atmışbeş beş santimetre, saçları kara kıvırcık, tombul baba ise gecenin bu saatinde bilet arayışı içindeydi.
Bende yoktu...
Türkiye’de iyi insanlar çoktur. Onlardan birinin gayretleri kuyrukta cevabını buldu. Suriyeli aile de kuyruğa dahil oldu.
Sonunda beklenen an geldi. Eski körüklü, perişan belediye otobüsü gelip , iki durak ortasında zınk edip durdu.
Bu durak mi o durak mı derken, bir takım gözü açık, fırsatçı taşralı kuyruk düzenini bozup otobüse hücum etti.
Bu bozgun karşısında isyan eden bazı yolcular ellerinde bavulları ayakta seyahat etmek zorunda kaldılar.
Gececi şoför esneye esneye aynaları kontrol ettikten sonra kadınlı erkekli , çocuklu yolcularıyla yola çıktı.
Bakımsızlıktan, yaşlanan körüklü , kah ahlayarak, kah vahlayarak, bakımsız bozuk yollarda seyir halinde ayaktakiler ile oturanları bir kalıba sokmuştu.
İki Kürt yolcu biri koltukta diğeri ayakta konuşuyorlardı. Bitmez tükenmez köylerindeki davardan tapandan konuşup duruyorlardı. Giyimleri eski ama temizdi. Traş olmuş, suratlarına krem sürmüşlerdi. Konuştular...Konuştular... Hep aynı şeyi konuştular...
Aradan zaman geçti, oturan Kürt’ün yanındaki koltuk boşaldı. Oturan kürt ayaktaki Kürt’ü yanına oturtmadı !
Ayaktaki adam karşı tarafta , deniz aşırı bir yere gidecekti.
Otobüs epey bir süre daha gitti. Bir durakta birileri indi. Ardı sıra bunlar da indiler, bir dağ başındaki bir durakta ; ıssız, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde.
Bu durak ne denize ne de ana caddeye yakındı. Buradan karşıya geçmeleri imkansızdı. Uyardım, aldırmadılar. Gecenin bu karanlığında bu ıssız durakta neden indiklerini ben de anlayamadım.
Otobüs yola devam etti. Bir kaç kere durup kalktı. Sonunda menzile vardım.
Otobüs durakları karanlık, kimseler yoktu. Evsiz, sabahı bekleyen bir kaç adamı dumanlar içinde, sokak lezzetçisinin başında gördüm. Saçı sakalına karışmış bir adam bira içiyor, diğeri yerlerde sürünüyordu...
Yoldan geçen bir taksiyi durdurup evin yolunu tarif ettim.
Şoför özür dileyerek sigarasını söndürmeye kalkışınca engelledim. İç sigaranı hemşerim dedim. Bu saatte içmeyip de ne yapacaksın, dedim.
Soruşturunca bizim memleketten olduğunu öğrendim.
Eve geldim. Kapalı pencereyi açtım. Şafak sökmek üzereydi...