İnsan ve Haysiyet
İnsan ister doğuştan ister toplumsal yaşamın gereği sonradan gelen güdülerle olsun özgür, eşit ve onurlu bir yaşam içinde mutluluğun peşinden koşmak ister. İnsanların mutluluğa ulaşmak adına istedikleri gibi düşünmeleri ve bu düşüncelerini açıklayabilmeleri de özgürlük hissi ile çok bağlantılıdır. Kimse bizim mutluluğumuzun önemsiz veya gereksiz olduğuna karar veremez. Hür, mutlu ve haysiyetli bir ömrün olmazsa olmazı yaşama hakkıdır. Bu hakkı diğer medeni, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel haklar tamamlar ve bir bütün oluşturur. Bu hakların varlığı toplumun mutluluğunu artırmaktadır. Bir hakkın eksikliği diğer hakları zayıflattığı gibi toplumu da zayıflatır.
Akıl ve vicdan sahibi her birey insanların genel mutluluğuna uzanan bu haklara saygı duymalıdır. Ancak insan egosu, bir güce sahipse güçsüzlerin mutsuzluğu üzerine mutluluk inşa etmeye, bu saygıdan uzaklaşmaya meyillidir. Başkalarının haklarını gasp etmeyi adil bir hiyerarşi kabul eder. İnsani hakların yokluğu güvensizliğe ve kaosa sebep olup toplumsal hayata ket vurur. Yönetimler ancak caydırıcı yaptırımlarla bu hakların korunmasını sağlayabilir. Hükümetlerin bu hakka saygı gösterilmesi, bu hakkın korunması, geliştirilmesi ve yerine getirilmesi konusunda yaptırım uygulama sorumluluğu ve yetkisi vardır. Ancak bu hakların ihlalinde de en fazla dikkat çeken yaptırımların ve gücün sahibi hükümetler olmaktadır.
Peki, hükümetler ve bireyler bazı konularda ve bazı kitlelere karşı anlayış ve hoşgörü gösterip güven duyarken neden bazı hususlarda ve bazı bireylere karşı ayrımcı, şiddet sahibi ve hoşgörüsüz olmaktadır?
İnsanlar arasındaki ilişkilerde bu duyguların varlığı, çoğu zaman tarih ve tarih bilinciyle ilişkilidir.
Bu tarih bilincini meydana getiren her safha iyi veya kötü tarafıyla bugünün hazırlayıcısıdır.
İnsan haysiyetine bugünkü bakış açımız tarih içinde geniş bir zaman diliminde oluşmuştur. Ancak oyun kurucu her zaman olduğu gibi Batıdır.
İnsan haysiyetine yönelik oluşan değer yargıları da doğal olarak Batının ekonomik, kültürel ve dini bakış açılarından etkilenmiştir.
Bizim gibi farklı ekonomik, kültürel ve dini bakış açısına sahip bir toplum ise uluslararası kabul görmüş bu değerleri bazı yönleriyle kabullenmekte tereddüt etmiştir. Bir insanın farklı tercihlerini bize öğretilenler dahilinde normal karşılarız, ama bilmediğimiz bir inanç, cinsel yaklaşım veya imajı kabullenmekte hiç iyimser değilizdir.
Bu farklılıkların varlığı insanın herhangi bir kısıtlama ve zorlamaya bağlı olmaksızın düşünmek ve davranmak istemesinden kaynaklanmaktadır. Özgür olma anlamına gelen bu istek ve hakların dilediğince kullanılması başka kişilerin benzer hakları kullanmasını engelleyecek, ortak mutluluğa ve toplumsal uyuma hizmet etmeyecek midir? Kişi ancak başka kişilerle bağdaşabilir şekilde mi özgür olmak zorundadır? Bunu sağlayacak, sınırını, konusunu, kullanım şeklini ve koşullarını gösterecek olan ise otorite ya da onun ortaya koyduğu hukuk düzenidir.
Hukuk düzeninin insanlara sözünü geçirebilmesi için silaha ihtiyacı vardır. Düzene uymayanlar için kullanılacak silah hukuki yaptırımlardır. Yaptırımların yazılı olması itirazları azaltacak, kalıcılığıyla düzene daha fazla hizmet edecektir. Yaptırımın olmadığı hiç bir yerde güvenlik, özgürlük, eşitlik ve insan haysiyeti olmayacaktır.
Bildiğimiz yaptırımlardan ilki diyebileceğimiz yaklaşık otuz sekiz asır önce yazılmış Hammurabi Kanunları düzen ve eşitlik vadediyordu ama insanları mülk sahipleri, özgürler ve köleler olmak üzere üçe ayırmıştı. Bir doktor mülk sahibi bir hastayı tedavi edemeyerek öldürürse elleri kesilecekti ama bu hasta bir köle ise ufak bir tazminatla problemden kurtulabilirdi. Aynı şekilde bir erkeğin hizmetçi veya köle bir kadınla ilişkiye girmesinde sıkıntı yoktu ama kadın köle bir erkekle ilişkiye girerse zinadan ağır bir ceza alacaktı. Tüm güzelliklerden faydalanması gerekenler mülk sahipleriydi. İnsan haysiyeti onlara aitti.
İki yüz kırk iki yıl önce köle sahibi Amerikalılar liderliğinde bağımsızlık bildirgeleri kaleme alındı. İnsanların eşit olarak yaratıldıkları, Tanrı tarafından onlara devredilmez bazı haklar bahşedilmiş olduğu, bu hakların başında da hayat, özgürlük ve mutluluğa erişme hakları geldiğini ifade ettiler. İnsanlar tarafından oluşturulan hükümetler insan haysiyeti için bu hakları sağlayacaktı ve halkın bu gayeden uzaklaşacak hükümetleri değiştirmek veya devirmek hakkına sahip olduğu belirtilmişti. Kişi özgürlüğü, vicdan özgürlüğü, söz özgürlüğü, basın özgürlüğü, toplanma özgürlüğü, dilekçe hakkı ve mülkiyet hakkı gibi haklarla insan haysiyetine hizmet eden ilk kaynak Virginia haklar bildirgesiydi.
Ama eşitliğin yazılı olması uygulamadaki haysiyeti sağlamaya yetmiyordu. İnsan haklarını imzalayan köle sahipleri siyah kölelerini özgür bırakmaya gerek duymadılar ve gocunmadılar. Beyaz erkekler siyahlardan, kızılderililerden ve kadınlardan daha ön plandaydı. İnsan haysiyeti de beyaz ve zengin erkeklerle alakalı bir konuydu. Beyaz ırkın geni her açıdan daha üstündü. Zenginler ise daha çalışkan ve yetenekli insanlardı. Eğitimin, sağlığın ve gıdanın en iyisi zengin ve beyaz insanın olmalıydı. Adil ve doğal olan buydu.
Kimine göre insan haysiyeti ancak doğadaki vahşi hayvanlar gibi doğuştan eşit derecede hür ve bağımsız olarak sağlanabilirdi. Toplum hayatına geçmek özgürleşmeye bir engel değildi. Bu fikri temel Fransa'da taban buldu. İnsanlar hiçbir sözleşme ile gelecek nesiller adına vazgeçemeyecekleri doğuştan birtakım haklara sahiptiler. Bunların başlıcaları hayat ve özgürlükten yararlanma, mülkiyet elde etme ve ona sahip olma mutluluk ve güvenlik arama ile bunlara erişebilme haklarıydı. Bunlar insan haysiyetinin olmazsa olmazlarıydı.
İki yüz yirmi dokuz yıl önce Fransız İhtilalciler bu doğal haklardan esinlenerek on yedi maddelik bir bildiri hazırladılar. Halkın doğrudan doğruya veya temsilcileri vasıtasıyla yasaların yapılmasına katılacakları, vergi için onayının alınacağı, yasaları yapan ve icra edenler ile bunlara uymayanları yargılayacakların ayrı mekanizmalar olacağını bildirgeye dahil ettiler. Bunlar insan haklarının sağlanması ve korunması için gerekli ve vazgeçilmez şartlar olarak kabul edildi. Bu bildirgenin en önemli niteliği bireyci olmasıydı. Birey her bakımdan toplumun temel unsuru ve esas gayesiydi, birey siyasi baskıdan kurtarılmalı, toplum içinde tabii ve dokunulmaz haklar ile donatılmış olarak haysiyetiyle ön plana alınmalıydı.
Böylece Amerika ve Fransız devrimleri devletin müdahale ve faaliyet alanlarını kısıtlayarak, bu nispette kişiyi özgürleştirmiş, insan haysiyetini ön plana almıştı. Birey, maddi ve manevi benliğini serbestçe geliştirme imkânına sahip olmuştu. Buna devletin pasif ve negatif bir davranış içinde olması deniliyordu.
Ancak yaşayan insanın kendisine tanınan hak ve özgürlüklerden haberi dahi yoktu. Haberi olsa bile kullanım imkanı yoktu. Mesken dokunulmazlığı vardı ama kafasını sokacağı bir konutu yoktu. Yaşama hakkına sahipti ama hayatta kalması için gerekli sağlık şartlarından yoksundu. Kısaca kuvvetli ile zayıf karşı karşıya geldiği zaman özgürlük ve kanun haysiyetin değil güçlünün yanında oluyordu. Özgürlüklerinin tanınması yeterli değildi, özgürlüklerin herkes tarafından eşit olarak kullanılması gerekiyordu.
Devlet bireye karşı sadece müdahaleler değil aynı zamanda yardım ve hizmet götürmeliydi İnsan sadece yaşama özgürlüğüne sahip olmamalı ayrıca insan haysiyetine yaraşır şekilde yaşam şartlarının teminini isteme hakkına da sahip olmalıydı. Ekonomik, sosyal ve kültürel haklarda klasik insan haklarına eklenmeliydi. İnsan haysiyeti tuzu kuru ve ben bilirimci kimselerin zor durumdaki insanlara bahşettiği bir lütuf değildi.
1918'de savaş sonrası dünyasının görüşlerini kapsayan Wilson'un on dört noktası, 1919'da kurulan Milletler Cemiyeti uluslararası alanda insan haysiyetinin güçlenmesine önemli bir katkı idi. Milletler Cemiyeti’nin varlığı, İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasını engelleyemediği için son buldu. Daha geniş özgürlük içinde daha iyi yaşam koşullarını ve sosyal ilerlemeyi hedefleyen Birleşmiş Milletler 1945'te kuruldu. Güçlünün hırs ve nefretinden güçsüzü koruyan akıl süzgecinden geçmiş bu metin ve yapılar Batı’nın tasarımıydı. Belki de Batı kültürüne dayalı insan haysiyetinin evrenselleştirilmek istenmesi de Batı medeniyetinin kendi mevcut ekonomik üstünlüğünü sağlamlaştırmak istemesinden ileri geliyordu. Belki de bu yüzden dünyanın herhangi bir yerinde insan haysiyetini algılama ve ne yapacağına karar verme kudreti yine fiilen Batı’nın elinde oluyor, altını olan kuralı koyuyor, kuralı koyan altını alıyordu. Belki de altın-kural denklemi devam ettiği için kölelik, işkence, savaş, çatışma ve haksız takiplerden kaçan insanlara her yerde rastlıyoruz.
Her şeye rağmen özgür, mutlu ve haysiyetli insanların yaşadığı bir dünyanın gerçekleşeceğine olan inancımızı sürdürmek zorundayız. İyiye, güzele, sevginin gücüne değer vermeliyiz. İnsanların özgürce gelişerek haysiyetiyle yaşadıkları, nefret, haset ve kıskançlığın, onları besleyecek hiçbir şey kalmadığı için yok oldukları toplumu yaratmalıyız.