İŞİN İÇYÜZÜ SEYİRCİ NEYE GÜLDÜĞÜNÜ BİLMİYOR..
Güldürü san’atının önde gelen isimlerinden Münir Özkul yaşama veda etti. Tiyatro ve sinemada
geçen uzun bir ömrün yaşlılık dönemleri, yatak hastalığı içinde geçti. Ünlü komedi ustasının güldüren
mimikleri donuklaşsa da, kendisini ziyaret edenler, ondaki san’at gücünün, gözlerinde aynı anlamı
ifade ettiğine tanık olabiliyorlardı.
Yaşamını gülmek, güldürmek üzerine ihtisaslaştıran san’atcı, mizahın sınırlarını çok iyi
kullanırdı. Kahkahalı bir ortama, birden ciddileşen yüz mimikleriyle, öğretici bilgiler de yüklemesini
bilirdi. Zırva sözlerle role soyunmaz, ustalığın sorumluluğun omuzlarında taşırdı.
Umut ederiz; kavganın, öfkenin hızla yayıldığı kent yaşamlarında, insanların tebessüm
duygusunu canlı tutabilmesi için park ve gezi alanlarına, “gülen adamlar”, fügürleri yerleştirmekte geç
kalmayız.
Münir Özkul’lar, Adile Naşit’ler, Kemal Sunal’lar, Dümbüllü’ler gibi pek çok san’atcı, milletin
gülme gücünü artırabilir.
Şimdi, bu konuya değinmişken, günümüzden bazı sayfalar açmak isterim. Televizyonlarda gerek
komedi, gerekse şov türü güldürü programları izlenir. Dikkat ediniz, komedyen kendi ürettiği espri
anlayışına önce kendi güler, seyirci de neye güldüğünü fark edemeden kahkahalarla karşılık verir..
Aktör aksırsa ve hemen gülmeye başlarsa, seyirciler de fıkır fıkır bir kaynaşma, kahkaha krizi görülür.
Doğrusu, gülmenin de güldürmenin de bir metodu olmalıdır. Gerçi, hastalıklarda “sar’i”
dedikleri bir bulaşma illeti sardır. Gülme anlayışımız da hemen hemen böyle bir hastalığa sürüklenmiş
durumdadır. Tıp dilinde buna “sirayet” denir. Yani biri esnerse, karşısındaki mutlaka aynı eğilime
girer.
Toplumsal psikolojide, buna benzer kusurlarımız giderek yaygınlaşıyor. Politikacı pahalılığın
gerekçelerine, kendisini dinleyenleri asık bir suratla inandırmaya çalışmaz. Havadan sudan konuşur
gibi yüz hatlarına bolca tebessüm yerleştirirse halk bunu bereket işareti sayar. Anlatan güler, dinleyen
gülerse sorunlar unutulur.
Çok çok eskilere gidelim. Nasreddin Hoca, İncili Çavuş, Keloğlan, Karagöz-Hacivat gibi
mizahçılar, cehaleti giderici, akıllı geçinenleri düşündürücü taklitler yaparlardı. Bu kültür, kuşaktan
kuşağa böyle yansımıştır. Kötülüğün üzerini kapatacak, hoşgörü düzeyinde güldürü konuları seçilirdi.
Seyircilerini eğlendirirken iğneleyen ve hazır cevapcılığı mantıklı kelimelerle zarif bir anlatıma
çeviren eski ustalarımızın yerinde yeller eseceğe benziyor. Çünkü, politika sahnesinde göz, kaş, mimik
ve el hareketleriyle karşımıza çıkanlar, toplumu “kahkahaya” endeksleyecek güldürme san’atını iyi
beceriyorlar..
Hep öyle olur. Güldürü ustalarının ölümlerinde, tabutun çevresinde toplananlar onun
yaşamında çektiği acıları değil, zirve yapan kahkahalarının bıraktığı tebessümü hissederler.
Almanlar’ın mizah anlayışı şöyleymiş:
“Hiçbir şey deliler, acemi aşıklar ve dalgın profesörler kadar güldüremez..”
Sözün bu noktasında tekrar edelim: Türk güldürü san’atının ustalarını gezi parklarında
yaşatalım. Bunun nedenini en kestirme yoldan şöyle açıklayalım:
“Güllerle, çiçeklerle donatılan park alanlarında burnu güzel koku alanlar, neye, ne zaman, ne
için güleceklerini, komedi ustalarının figürlerinde görüp anlayacaklardır.
İnanın iç barışın, gereksiz çekişmenin, kavganın, öfkenin, saldırganlığın önüne geçmek için
bundan daha iyi bir “Gösteri merkezleri” bulunamaz. Bu yerler parklar olmalıdır.
AKIL DEFTERİNE GİRECEK BİR SÖZ: “Güler yüz, altından anahtardır.”