ENGİN KÖKLÜÇINAR

ENGİN KÖKLÜÇINAR

KALEMİM KONUŞTUKÇA /BU KARDEŞLİĞİ DÜŞMANLIK HALİNE KİM GETİRDİ ?..

Ben tarihçi değilim…

 

Ancak okuduğum kitaplardan "Ermeni Soykırımı" konusunda bilgi sahibiyim. Bu konuda, acaba bir yerde taraflı mı düşünüyorum diye, bizi haksız gören birçok çeviriye de göz attım.

 

Bir yabancı tarih yazarı : "Dünya tarihi bir kan gölüdür" diyor.

 

Hitler, milyonlarca Yahudi'yi akla gelmedik eziyetlerle, katletmedi mi? Mussolini aynı yöntemleri kullanmadı mı? Amerika dünyaya insanlık dersi verirken, Kızılderilileri yok etmedi mi? Kana doymayan yarasa gibi, 21. asırda bile göz göre göre, Irak'ta insan kanı emmiyor mu? Stalin 50 milyon insanı astı, kesti, köküne kibrit suyu ekmedi mi? Daha dün Fransızlar, Fildişi Sahili'ni cehenneme çevirmediler mi? Ermeniler, Hocalı katliamında binlerce insanı kestiğinde, "soykırım" olmuyor mu?

 

Peki, o zaman "Yahudi Soykırımı - Kızılderili, Iraklı Soykırımı - Fildişi Sahili Soykırımı" "Hocalı Katliamı" yok da, "Ermeni Soykırımı" mı var?..

 

Sanki bizden başka, her millet sütten çıkmış ak kaşık…

 

Ah bu Osmanlı, ne iyiymiş, ne kadar güven duyuyormuş kendi yüceliğine… Tevekkeli değil, 600 yıl hükmetmiş. İnsanlığa medeniyet dersi vermiş ve bütün dinlerle birarada yaşamasını bilmişler… Üstelik 16 dil, 19 etnik grup ile...

 

Soruyorum sizlere, Osmanlı gibi, çok uluslu, çok dinli bir devlet var mı dünya tarihinde? Var diyen, beri gelsin…

 

Fransız yazar Reno Pinon: "Osmanlı İmparatorluğunda herkes için bir yer vardır, Türkler için bile.." diye yazmış.

 

Alman Moltke: "Ermeniler, hırıstiyan Türklerdir" demiş.

 

Gül gibi geçiniyorduk, ne oldu da birdenbire düşman olduk?

 

Önce bunu Ermenilere sormak gerek… Başta İngiltere, Rusya ve Fransa olmak üzere sömürgeci ülkeler, çıkarları için iki ulusu birbirine kırdırdı.

 

Fakat yine Osmanlı en zayıf anında, başımıza geleceğini bildiği için 26 Mart 1919’da, I.Dünya Savaşında taraf olmayan Danimarka, İspanya ve İsviçre’den 2’şer hukukçunun hakem olmasını ve ülkemize gelip bu konuyu yerinde araştırılmasını istemişti. İstese ne olacak? İngilizler hemen bunu engellediler. Onlar bizden uyanık...

 

Türk-Ermeni dostluğuyla ilgili bir çok hikaye dinlemişsinizdir, fakat inanın değerli dostum, kardeşim Op.Dr.Namık Kemal Kurt'un anlattığı bu gerçek hikayeyi duymamışsınızdır.

 

Elimizden gelse de, bunu birçok dile çevirip, bu cadı kazanının dibine odun atan ülkelere gönderebilsek…

 

DESTE KALDIRMAK...

 

Zara, Sivas'a 70 km. mesafede, Kızılırmak vadisinde, insanları sıcakkanlı, hoşsohbet, fıkra ve esprileri bol, muhabbetli bir Anadolu kasabasıdır. O devirde tüm geçimleri çiftçilik ve hayvancılıktır. Motorlu vasıtalar olmadığından doğusundaki bir köyle batısındaki bir köy arasındaki mesafeler bazen atla bile bir iki günde ancak aşılır. En hızlı araç attır.

 

Babamın dedelerinden Ahmet Ağa, kendine göre, ağadır. O’nun ağalığı, kendi toprağını kendi işleyen, oğlu kızı hep birlikte çalışan, hem işçisi hem de patronu kendisi olan ağalıktır. Karnını doyurmak için başkasının yanında çalışmaz. Evi yol üstüdür. O devirde otel ve lokanta yoktur. Kapısı uğranılan, sofrasına oturulan, mütevazı bir ağadır. Bir yazın başlangıcında Ahmet Ağa, kendisine ters düşen uzak bir köye gitmek zorunda kalır. Dönüşünde, bir Ermeni köyünden geçerken, ekinler henüz yeni ağarmıştır. Tarlada ilk mahsulü biçen kişi, hasadı müjdelemek için, o sırada yoldan geçen hatırlı bir kişiye deste kaldırırsa (deste kaldırmak: Orakla biçilen bir tutam ekinin, destesiyle havaya kaldırılarak, yoldan geçen hatırlı bir kişiye müjdelemek ve selamlamaktır.) o kişinin desteyi kaldırana hediye vermesi gerekir. Bu bir Anadolu çiftçi âdetidir. Onun Ermeni'si Türk'ü yoktur. Deste kaldırma, herkesin kabul ettiği bir âdettir. O zamanlar Ermeniler hala Tebaa-i Sadıka'dır. Türk Ermeni ilişkilerine fesat karışmamış, barış içinde yaşadıkları bir devirdir. Ahmet Ağa, Ermeni köyünün tarlasının yanından geçerken Ermeninin genç kızı deste kaldırmaz mı? Ahmet Ağa, çivilenmiş gibi, atın üzerinde kalır. Kız kendisini tanımaz, ama, onun saygınlığını kabul etmese desteyi kaldırır mıydı? Ahmet Ağa'nın hediye vermesi gerekir.

 

Ahmet Ağa züğürt bir ağadır. Cebinde beş kuruşu yoktur. Atından iner, kıza gel yavrum, der. Atı eğeriyle, takımıyla, bunu al der. Çünkü attan başka verecek bir şeyi yoktur. Hediye çok büyüktür. Kız şaşırır, almak istemez. Ama Ahmet Ağa atı oradaki bir ağaca bağlar ve yoluna yaya devam eder.  Annesi, kızına kızar. Kızım babana ne diyeceğiz? Kim bu adam? Böyle bir hediye alınır mı? Baban buna çok kızacak, dese de, çaresiz, olan olmuş, yolcu kaybolmuş, akşam gelmiş, kızın babası tarlaya dönmüş. Durumu şaşkınlıkla karşılamış. Kızmış. Peki adını sordunuz mu, kimdi, neydi, derken civar köylerden birisi atı tanımış ve bu Zara'da Ahmet Ağa'nın atı, kendisi dün buraya gelmişti, der.

 

Aradan günler geçmiş bir atlı Ahmet Ağa'nın çiftliğine gelmiş. Ahmet Ağa kim, diye sormuş. Tarlada toprakta çalışan Ahmet Ağa benim, buyrun ağa, hoş geldiniz, belli uzun yoldan gelmişsiniz, açsınızdır, biraz dinlenin, nefeslenin. İzzeti ikramdan sonra, sebebi ziyaretiniz nedir, diye sormuş.

 

Atlı:

- Ben Serkis Ağa, falan köydenim. Ahmet Ağa, siz filanca zaman bizim tarlanın yanından geçerken küçük kızım size deste kaldırmış. Siz de atı bağışlamış, gitmişsiniz.

 

- Verecek başka bir şey yoktu. Kusura bakmayın, demiş Ahmet Ağa.

 

Serkis Ağa elinde bir tapuyu Ahmet Ağa'ya uzatmış. Bu tapu o tarlanın tapusudur. Ben de o tarlayı sana hediye ediyorum. Ahmet Ağa! Ben de Serkis Ağa'yım, demiş.

 

Ahmet Ağa, Serkis Ağa'yı ağarlayıp, azizleyip, hediyenizi aldım, kabul ettim, teşekkür ederim. O iş ayrı, bu iş ayrı. Sizin gelişiniz kâfidir. O hepsinin yerine geçer, dese de Serkis Ağa yine de tapuyu oraya bırakır. Ahmet Ağa tapuya elini sürmez ve o tarlanın yanına asla gitmez. Ancak Serkis Ağa'yla dostluğunu kurar.

 

Anadolu'da yüzlerce yıl Ermenilerle böylesine yaşanmıştır. Ancak o yıllardan sonra zayıflayan Osmanlı'nın Avrupa'ya açtığı dostluk kapılarından sızan fitne fesatlar bu dostlukları kısa zamanda düşmanlığa çevirmiş ve 19. yüzyılın sonlarına doğru isyanlar, ihanetler, toplu katliamlar, daha sonra da tehcir olayları devletin kontrolü dışındaki bir takım talihsiz olaylara, yol açmıştır. Eşkıyalar, kaynayan kazan haline getirilen Anadolu toprakları, bu talihsiz hazin olaylar için asılan kahramanlar, verilen kurbanlar, Boğazlıyan kaymakamı gibi idam edilen millî, mâsum kahramanlar...

 

Ve ben, öyle sanıyorum ki, Osmanlı o duruma düşmeseydi, Avrupalı içimize sızmasaydı, misyonerler kol gezmeseydi, ekonomiyi ve sanatkarlığı büyük ölçüde taşıyan Ermeni vatandaşlarımızla aramıza düşmanlık sokulmasaydı, belki de teknoloji ve sanayide Avrupa'yı bile çoktan geçmiştik.

 

Ve Namık Kemal Kurt sözüne şöyle devam etti...

 

Tesadüfün Böylesi...

 

Sene 2004 Türk Dünyası Araştırmaları Tarih Dergisinde yayınlanan hikayemden sonra Beykoz Devlet Hastanesinde çalışırken bana her hastalanmalarında ailece gelen Zara’lı Ermeni vatandaşlarımızdan hemşehrimiz benden on yaş büyük olan Üsküdar Bağlarbaşı’nda oturan Ekvart Çınar ve eşi Paris abla gelmişlerdi. Paris abla rahatsızdı, ilgilendim. Sonra bu yazıyı Ekvart abi ve eşi Paris ablaya okudum.

 

Paris abla yerinden kalktı, hayretler içinde; ben bu hikayeyi kayımpederimden çok dinledim. Aynen böyle dedi.

 

Ekvart abi gülümsedi. Dedi ki; Evet canım kardeşim bu hikaye doğrudur.

 

Biz bunu defalarca dinledik. Bu hikayede anlattığın Serkis Ağa da benim dedemin babasıydı. Onun bir lakabı da Şeytan Sekko’dur. Bahsettiğin köyün adını vermemişsin, köyün adı  SARIŞIH’dır. Hikayenin hiç eksiği yoktur. Hepsi doğrudur.

 

Buna çok sevindim. Çünkü benim anlattığım kadarıyla ben de şüphe içinde kalıyordum. Şimdi konu belgelenmiş oldu dedim. Evinize geleceğim. Bu konuyu tekrar konuşacağım ve kamerayla canlı olarak tesbit etmek istiyorum.

 

Dedi ki gel şeref verirsin. Bizi mutlu edersin...

 

Kısmet olursa gideceğim!”

 

Ve değerli kardeşim Op. Dr. Namık Kemal Kurt’un,  bu anısıyla, Türk-Ermeni ilişkisinin hangi noktada olduğu açıkca anlaşılıyor.

 

Anıyı, bu kardeşliği düşmanlık haline dönüştürenlerin boyununa yafta yapıp asmalıdır.

<