KALEMİM KONUŞTUKÇA /Bunlar Yazı Deyince...
Ben 69 yaşındayım. 18 yaşımdan beri, insanı bilgilendiren, düşündüren, düşündürürken sevindiren, bazen verdiği derin ve anlamlı mesajlarla kişinin yüreğini buran ve gözlerini yaşartan, müthiş cümleleriyle “vay canına” dedirten yazıları, şiirleri, severek okurum.
Ve bazen de “onlarca insan biraraya gelse ve onlarca yıl düşünse bu anlamlı cümleyi kuramaz. Bu güzel satırları yazamaz” derim.
Okurken de, mutlaka elime bir kalem alır, beni etkileyen sayfa, paragraf, cümle, kelime, fıkra, benzetme ne olursa olsun çizer ve bunları defterime geçiririm. Bazen bu tek kelime bile olabilir.
Mesela bir büyüğüm “yazı kuyumcusu” demiş, bir başkaları “meslek sıtması”, “deniz gönüllü”, “hafıza nankörlüğü” demiş.
Bunlar yazılmaz mı?
Namuslu, şerefli, dürüst bir davranışı anlatmak için bilge bir kişi;
“Dünyada namuslu adamı satın alacak kadar zenginlik yoktur.”
derse,
Parlamentoda gömlek değiştirir gibi, bir hafiflik ve sorumsuzlukla parti değiştiren soysuzlar için
Churchill;
“Bazı insanlar prensipleri uğruna parti değiştirirler, diğerleri de parti uğruna prensiplerini.”
derse,
Fakirlik ile zenginliğin ayrımını bir kitapla değil, sadece dokuz kelimeyle anlatan
Seneca;
Fakir insan, malı az olan değil, arzusu çok olandır.”
derse,
Az bilen, çok konuşan geveze insanlar için
Montesquieu;
“İnsanlar, ne kadar az düşünürlerse, o kadar çok konuşurlar.”
derse,
Hediye vermenin ne denli önemli olduğunu vurgulamak için
Yunan Atasözü;
“Hediye, bazen ilahları bile ikna eder.”
derse,
Yaşlılığı ve yaşlılıktaki en hazin tabloyu sergilemek için
Vedat Nedim Tör;
“İnsan yaşlandıkça, yalnızlaşıyor.”
derse,
İnsanın iyi veya kötü niyetini açıkça belirtmek için
Aristo;
“Bir bıçak, bir katilin elinde birini öldürmek,
bir doktorun elinde ise,
bir hayat kurtarmak için kullanılır.”
derse,
İnsanlığın modaya düşkünlüğünü eleştirmek için
Oscar Wilde;
“Moda denilen şey o kadar çirkindir ki, onu her 6 ayda bir değiştiririz.”
derse,
Sevgilisinin güzelliğini ve mucizevi gücünü anlatmak için
Niyazi Akıncıoğlu;
“Selamın geçiyor besbelli,
Yeşerdi telgraf direkleri...”
derse,
Bütün bir ömrü, üçkağıtçılıkla geçen şerefsiz bir insanı anlatmak için
Falih Rıfkı;
“Hayatında, tesadüfen dahi namuslu olamamıştır.”
derse,
Şanssızlığını anlatmak için saatlerce konuşmayı gereksiz bulan,
bilge bir kişi;
“Ben şapkacı olsaydım, insanlar başsız doğardı.”
derse,
Karısının vazgeçilmezliğini, serzenişiyle vurgulayan
Nazım Hikmet;
“Karım benim,
gözleri baldan tatlı,
bal veren,
arım benim”
derse,
Aşırı nazikliğini mezara kadar taşıyıp, mezartaşına şu ibareyi yazdıran
bir centilmen;
“Kusura bakmayın, ayağa kalkamıyorum.”
derse,
Çile ve ıstırabı güzelleştirip, yaşam biçimi olarak sunan
Yahya Kemal;
“Hüznü bir zevk edinenler yaşıyor burada”
derse,
Her konuda acele ve yanlış karar vermeye engel olmak için
bilge bir kişi;
“Allah bile hükmünü, bütün bir ömrün
muhasebesini yaptıktan sonra verir.”
derse,
İnsan değer verdiği ve sevdiği kişiye o denli bağlı ve güven duygusuyla doludur ki,
Moliere;
“İnsanı en kolay aldatan, sevdiğidir.”
derse,
Öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalan kardeşine, unutulmayacak bir öğüt veren
Gültekin Samancı;
“Okulu bıraktın, bari okumayı bırakma”
derse,
Toprağa kavuşurken gerçek dostlarını tabutunun altında görmek isteyen
Necip Fazıl;
“Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam,
Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam.”
derse,
İnsanların karakter ve dedikodu zaafını ortaya sermek için
bilge bir kişi;
“Eğer herkes başkasının kendi hakkında söylediklerini bilseydi, bu dünyada dört kişi birbiriyle dost olamazdı.”
derse,
Doğanın güzelliği ve okumanın erdemi için
Konfüçyus;
“Tanrım bana kitap dolu bir evle, çiçek dolu bir bahçe ver”
derse,
Hayatta zorlukları aşmak ve bazı şeylere katlanma gücü için
Hint Atasözü;
“Suda yaşamaya mecbur olan,
timsahı kendine düşman etmez.”
derse,
Ölümle dalga geçercesine, kendi mezar taşına şu ünlü dörtlüğü yazdıran
Cahit Sıtkı;
“Gitti gelmez bahar yeli,
Şarkılar yarıda kaldı,
Bütün bahçeler kilitli,
Anahtar Tanrı’da kaldı...”
derse,
Sevdiğinin kendisini terk ettiği o acı çekilen günlerde
bir aşık;
“Bazen bir tek kişinin eksikliği,
bütün dünyayı ıssızlaştırıverir.”
derse,
Ve medya için, ve özellikle bizim medya için
bilge bir kişi;
“Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluyorsa, orada güneş batıyor demektir.”
derse,
ben de bunları not alır, bizden sonra geleceklere yansıtmaya çalışmaz mıyım?
Bunlar hem güzel düşünmeye, hem güzel konuşmaya, hem de güzel yazmaya neden olmaz mı? O halde ben de, kimsenin söylemediği, kimsenin düşünmediği, kimsenin yazmadığını yazabilenin bu güzelliklerini derler, toplar, benden sonra gelecekler okusun diye kitaplaştırırım.
İnadına yazarım. Beğenmeseler de, kızsalar da, çatlasalar da yazarım.
Fakat yazılacak olanı yazarım...
Yazılmayanı da eleştirir. Aşağılarım.
Size bir örnek vereyim mi?
Baktım birgün büyük (!) medyada bir çığırtkanlık bir çığırtkanlık gırla gidiyor. Bunların tv’lerinde sunuculuk yapan bir dul hanımefendi kitap yazmış. İsmi de güzel, kapağındaki resmi de... Ehh Allah’ın emri, kitabı satın aldım, elime de kalemi...
Kitabın 13. baskısı, ilamaşallah. Biz ne menem adammışız bir kitap yazdık, hangi 13. baskı, 2. baskı bile yok. Olsun, demek şimdi bilgi hazinem, biraz daha artacak, biraz daha dolacak. 210 sayfayı hatmettim. Bir geri döndüm baktım.
Kitap bakire...
Herhalde çok dalgın ve dikkatsiz okudum, diye şöyle üstünkörü baktım, yine aynı şey... Kayda değer tek cümle yok. Rezalet.
Programına gelenlerle, kuliste yaşadıklarını, rezil bir Türkçe ile anlatmış ve bu kitap, bu ülkede 13 baskı yapmış. Al eline bir bıçak, yırt karnını...
Yazan güzel hanım, baskı yapar inanırım da, kitap baskısı değil, hatır ve torpil baskısı... Bunlar bizle alay ediyorlar.
Bu kitabın neresi 13 baskı yapar, çok merak ediyorum.
Kitaptan amaç nedir? Kişinin ufkunu açmak, bilgisini artırmak, dinlendirmek, bazen istediği mutluluğu, bazen istediği hüznü vermek, hoşca vakit geçirtmek falan değil mi?
Bunlar hoşca vakti, kitabı okuyana değil, yazana geçirtiyorlar. Doğaldır ki, kitabın parasını da yayıncısına... Sonra da bunun adına, doğruluk diyorlar, namus diyorlar, sanat diyorlar.
Bunların tek sanatı var.
Para, para, para...
Recep Bilginer (Basın Şeref Kartı sahibi gazeteci ve ünlü tiyatro yazarı-Tiyatro Yazarları Derneği Başkanı-TGC’de uzun yıllar görev almış bir duayen) Tasvir Gazetesi’nde patron. o günler ülkenin zorluklarla savaştığı, her kesimin sıkıntıyı ortak paylaştığı yıllar. Zor ama huzurlu yıllar. İnsanların saygı, sevgi dolu olduğu yıllar. Paylaşımcı yıllar...
İşte o günlerde Tasvir’de çalışan gazetecilerin aylıklarını almaları birkaç gün gecikiyor. Müsahhih (düzeltmen-dizilmiş olan yazıları son kez gözden geçiren kişi) Kazım Öztilci arkadaşı Agop Arad’ın (Basın Şeref Kartı sahibi gazeteci-Çizim ressamı olarak çalıştı ve yağlıboyada profesyonel ressam oldu) gazetenin sahibi Recep Bilginer Hocamızla yakınlığından cesaret alarak sorar:
- Yahu Agop, bizim maaşlar ne zaman verilecek?
Agop Arad kendine has şivesi ve babacan tavrıyla Kazım Öztilci’nin sorusunu yanıtlar;
- Dömen (Dömen Fransızca bir kelime olup, “demain” yazılır “dömen” okunur, anlamı “yarın” demektir.
Bu diyalog birkaç gün üst üste tekrarlanır. Kazım Öztilci sorar, Agop Arad aynı biçimde yanıtlar.
- Dömen, dömen...
Sonunda Kazım Öztilci dayanamaz;
- Yahu Agop, doğru söyle Allahaşkına, bu “dömen” mi, yoksa “dümen” mi?
Şimdikilerin ise herşeyi dümen...