KALEMİM KONUŞTUKÇA /OKUYAN İNSAN BİLEN İNSANDIR..
Okuyan bir toplum değiliz, Kitap gelirse, günahkâr olacağız düşüncesiyle, matbaanın Osmanlıya gelmesini 220 yıl geciktiren zihniyetin torunları olarak okumamak genlerimize işlemiş…
Bırakınız kitap okumayı, gazete bile okumuyoruz, Dönün bir arkanıza bakın, gazetelerimizin toplam tirajı 20 yıl önce ne ise, bugün de aynı. Hatta bu konudaki eksikliğimiz alay konusu oluyor: “Türk halkı gazete okur, yeter ki, yanında gazete okuyan biri olsun.” diyorlar.
Okumakla ilgili çok çarpıcı bir örnek vereyim size...
Büyük yazar rahmetli Nejat Muallimoğlu, Amerika’nın desteklediği Güney Koreliler ile birlikte, Kuzey Korelilere karşı savaşmıştı. “Biliyor musun” derdi bana “savaşa ara verildiğinde Amerikalılar bize muz, çikolata ve sigara dağıtırlardı. Bizimkiler sigaraları tüttürüp muzları, çikolataları midelere indirip, kestirirken Koreliler kitap okurlardı. Askerlerimizde onların bu kitap düşkünlüğü ile alay ederler, gülerlerdi.”
O günlerde Kore’nin kişi başı milli geliri 70, bizimki ise 245 amerikan dolarıydı. Bugün onların milli geliri 22,500, bizimki ise, 8400 dolar…
Okuma yazma oranı, bizde % 83 onlarda % 100… Üniversiteye kadar eğitime katılanlar bizde % 67, onlarda % 96..
Şimdi acaba kim kime gülüyor ?..
O ülke, 1950’li yıllarda ilkel teknolojiyle üretim yapan bir tarım ülkesiydi, şimdilerde dünyaya kafa tutan sanayi ülkesi oldu.
1970’de 85 civarında üniversitesi ve 5.500 araştırmacısı vardı, 35 yıl sonunda 410 üniversite ve 210.000 araştırmacıya ulaştı.
Yeri gelmişken şunu da söylemeliyim:
O güldüğümüz, alay ettiğimiz Koreliler, Pekin Olimpiyatları’nda 13’ü altın olmak üzere 31 madalya ile 204 ülke içinde 7’nci olurken; biz, bayrağımızı, İstiklal Marşımızı ve hatta dilimizi bilmeyen iki devşirmenin de kazandırdıkları dahil, sadece 1’i altın, 8 madalya ile orta sıralarda yer aldık.
İşte bakın, okumak ne işe yarıyor.
Bizi şekillendiren ve tarz kazandıran severek yaptığımız işlerdir. Hangi işi severek yaptık. Birbirimizi sevmesini öğrenmedik ki, mutluluğu bulup da başarılı olalım, iş yapalım. Hep kavgayı sevdik.
Atalarımız ekonomiyi kılıçla, yönetimi de Kuran’la çözmeyi yeğlemiş. Hazinede para bitince mehter marşı ile iki adım ileri, bir adım geri doğru sefere…
Batı, malını, parasını Osmanlıya kaptırmış ama kitaplarını, bilgisini kaptırmamış. Onlar düşünürken, biz çağdışı işlerle uğraşmayı ve hurafeyi baştacı etmiş, her yeniliğe günah diyerek karşı çıkmışız.
Ve en önemlisi, okumaya değer vermemiş, aşağılamışız.
Victor Hugo: “Okumak gıdadır. Okuyan insan, bilen insandır” diyor. Çok doğru. Kişi, okudukça kendinden daha çok akıllılar olduğunu anlıyor.
Sonuçta, okumadık da, düşünmedik de, düşünemedik de... Hatta düşünenleri dışladık… Tembelce pinekledik. Dini kalkan yapan yobaz da, bu tembelliğe çanak tutunca, kitap medresenin içine girmedi. Medreseye kitap sokmak bir yana, onlarca yabancı kitabı, günah diye sattıran hatta yaktıran şeyhülislamlar yetişti bu ülkede...
O sıralar Batı, kilisenin ipoteğini kaldırmış, nasıl daha iyi ve mutlu yaşarım düşüncesini hayata geçirmek için çalışmaya başlamıştı.
Sonuçta Osmanlı yıkıldı, onlar ayakta kaldı.
Biz ise Kurtuluş Savaşı sonrası Büyük Atatürk sayesinde yaptığımız atılımlarla aradaki farkı kapatmaya çalıştık.
O büyük adam öldü. 10-15 yıl o rüzgarla gittik, sonra ipin ucunu kaçırdık.
Halkevleri, okuma odaları kurmuştuk, kurmuştuk ama onlara da bir kulp taktık, kapadık. Yanlışlar varsa, düzeltilirdi, ama olmadı. Daha diyaloğu bile öğrenmemiştik ki, düzeltelim...
Sonra demokrasiyle tanıştık, tanışır tanışmazda, birbirimizi suçladık. Birinin yaptığı yanlışa, doğru demenin erdem olduğunu, demokrasinin gereği sandık. Hep doğruya yanlış, yanlışa doğru dedik. Onda da, aldandık.
Demokrasinin bir disiplin rejimi olduğunu, sadece almak değil, vermek ve fedakarlığına katlanmak olduğunu da anlamadık. Saygı yerine küfürü, sevgi yerine de nefreti koyduk.
Siyasi kin, aklı yendi. Kıskançlık, haset, suçlama, iktidar ve muhalefetin ana politikası oldu.
Batı demokrasisinde, iktidar değişirken, ihtisas yerinde kalırdı, biz de partizanca tutum sayesinde ilk iş, ihtisası göndermek oldu.
Bütün bunların bedelini halkımız ödedi. Hâlâ ödetiyoruz. Geçmişteki yanlışları, ısrarla doğru göstermeye çalışıyorlar, kuru laflarla bizi uyutuyorlar.
Bu işler bilimle akılla, düzeliyor, lafla değil. Bana kalırsa “bilgi güneşinin alçaldığı ülkelerde, cücelerin gölgesi büyük oluyor”.