KALEMİM KONUŞTUKÇA /Vaazı tilki veriyorsa, kümese göz kulak ol…
Gustave le Bon diye bir zat; “TOPLUMDA DAHA RAHAT YAŞAYANLAR BENCİL, YALANCI VE BAĞNAZ OLANLARDIR” demiş. Vallahi çok iyi demiş, ağzına sağlık.
“Bu adam kimdir” diye, Larousse’a baktım 1841-1931 yılları arası yaşamış Fransız hekimi ve sosyologu. Birçok kitapları var. Son kitabının adı da ilginç, “Dünyanın Dengesizliği”. Demek ki üstad, işin sırrını o zaman çözmüş !..
Şimdi çok iyi biliyorsun ki, adam namussuz, şerefsiz, hırsız, sahtekâr ve yalancı ama karşınızda oturup gözünüzün içine baka baka, namus tacirliği yapıyor. Ve de namussuzları eleştiriyor !..
Yani kendi sınıfındaki, kendinden başkalarını !..
Hiç üstüne alınmıyor. Sesine de bir ağırlık vererek, habire sallıyor. Önce gömlek değiştirir gibi parti değiştiriyor. Politikaya atılıp meclise girecek, çevresini soyduğu yetmiyor, şimdi memleketi soyacak !..
Milletvekili olmak için, tasmasından kurtulan köpek gibi, bir oraya bir buraya koşuşturuyor, “acaba hangi partiden kendimi meclise atıp, küpümü doldururum” diye...
Ülkemizde bankacılık sektörünün gelişmesinde en büyük emeği olan, şeref namus sembolü rahmetli Kazım Taşkent, bir ara milletvekili olarak da görev yapmış ve bu süre içinde ne öğrendiğini soranlara:
“HAYATTA HİÇ BAŞARI KAZANMAMIŞ İNSANLAR, POLİTİKADA KOLAYLIKLA ÇOK ŞEY OLABİLİYORLARMIŞ. BUNU ÖĞRENDİM.” demişti.
Lütfen siz de şöyle bir çevrenize bakın. Rahmetli Kazım Taşkent’i haklı çıkaracak o kadar çok model var ki, insan bizim ülkeden başka hiçbir ülkede, başarısızlığın böylesine ödüllendirildiğini asla göremez.
Neyzen Tevfik böyle çıkarcıları öyle taşlamış ki, aşağıdaki dörtlük balla kaymakla yenmez. Okusalar bile, üstlerine alınmazlar.
“Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler,
Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus dediler,
Künyeni almak için partiye ettim telefon,
Bizdeki kayda göre, o şimdi mebus dediler...”
Ben de, çevremde bu tip insanlara baktıkça iğreniyorum. İnanın, kusmak geliyor içimden. Yahu ne kadar küçülüyorlar, hayret birşey !.. Garibanların bir ay çalışıp, emek verip, ter döküp, hakettiği maaşını vermiyor, onları inletiyor ama parti başkanı veya il başkanına Mercedesler kiralıyor, yemekler yediriyor, hediyeler sunuyor. Yeter ki, parlamenter olsun !..
Bilgisini geliştirmeyi, gazete okumakla kazanırım sanıyor. İki makale, üç araştırma yazısını hatmedince, kendini allame-i cihan sanıyor.
Hırsızlık, sahtekârlık ve yalancılık kabiliyetleri kadar taklit etme kabiliyeti de var. Çevresinde hitabet sanatına vakıf birkaç insanın, konuşma tekniklerini model olarak seçiyor ve onları taklide kalkışıyor. Halbuki bu adamların biraz da namus anlayışlarını, dürüstlüklerini taklit edebilme becerisini gösterse iyi de, o tarafı işine gelmiyor. Çünkü tencereyi üçkağıtçılıkla, hak yemekle kaynatmaya alışmış !..
Hatipliğe kalkışıyor. Kalkışıyor ama sanıyor ki, hitabette yalnız cümle kurmak sanattır. Hayır. Hitabette kılık, kıyafet, duruş, bakış ve en önemlisi nezaket ve topluluğa önem vermek, sanattır. Ses tonunu ayarlamak bile sanattır. Ses sanattır. Terbiye sanattır.
La Rochefoucauld; “ÇOK DEFA BİR KİMSENİN KELİMELERİNDE OLDUĞU KADAR, SESİNİN TONUNDA, GÖZLERİNDE VE GENEL GÖRÜNÜŞÜNDE DE BELAGAT VARDIR” diyor.
Aptal bunu bilmiyor !..
Bağırmak, konuşurken tükürükler saçmak sanat değildir. Eli belinde veya pantolon cebinde, gömleğinin yakasına alnının karaları yapışmış, kravatında karaktersizliğinin izleri yol yol mozaik olmuş, ceketine kandırdığı masum insanların tükürük izleri zamk gibi yapışmış duruyor. Duruyor ama hiç aldırmıyor. Karaları, dekoratif desen; tükürükleri yıldız; mozaikleri kazanılmış bir paye sanıyor...
Bir daireyi 5 adama satmakla, kaliteli mal gösterip, çürük çarık mal göndermekle, çekini senedini ödememekle, borcunu sahiplenmemekle, gariban insanları ev sahibi yapacağım diye kandırmakla konu komşuyu, esnafı ve çevreyi dolandırmakla, hatta bahçesinde amelelik yapan fakir fukara adamın emeğini ödememekle ve de sözünün arkasında durmamakla insanları kandırdım sanıyor.
Zavallı, kendini kandırıyor...
Bunlar zoraki dostlardır. Yani, ya çok sevdiğiniz bir arkadaşınızın arkadaşıdır, ya apartmanınızdan komşunuzdur, ya bir ortaklık yapmışsınızdır, ya da ahbap, akraba olmak zorunda kalmışsınızdır.
Bu sahtekârca davranışına, üç-beş kez yedirdiği bedava yemek de eklenince, bir bakıyorsun çevresine goygoycular toplanıyor. Bu da üçkağıtçının hoşuna gidiyor ve bu rezil yaşam kör topal sürüyor !..
“Yüce Allah’ım adaletin bu mu?” demeyeceğim. Çünkü biliyorum ki bir gün gelecek zevk, kendini mutlaka ödetecek. Çocuğundan mı, karısından mı, kendinden mi biryerlerden acısı kesinlikle çıkacak...
Çıkacak, çıkacak da, herkesin canını çıkarttıktan sonra çıkacak !..
İlginç olan şu: Düşmanı bir günde dostu oluyor, dostu bir günde düşmanı. Dün küfür edip “yahu böyle sahtekâr görülmedi, şöyle yaptı, böyle yaptı” diyen adam, bir bakıyorsun yarın yanında emireri gibi...
Kemal Tahir, bir romanına şöyle başlıyordu: “Ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir cemiyet, haydutlara ve hırsızlara karşı hayranlık duyar.”
İşte bizim toplumda da hırsızların itibar görmesi hayranlık uyandırması bundandır.
Aslında bunu becermek de maharet !..
Bakın Churchill: “MAHARET HEM SANATKÂRLIKTA HEM DE SAHTEKÂRLIKTA MEVCUT OLAN BİR KABİLİYETTİR” demiş.
Ne kadar doğru.
Ve bu adamlar eli belinde, başı dik toplumda geziyorlar ve de bir yemekle, bir palavrayla satın aldıkları yağdanlıklar ve ibrikçiler ile etrafta hava basıyorlar. En yakınlarını kazıklayan bu tip düzenbazlardan ağzı yananların bile, bir yemek uğruna etrafında nasıl kul köle olduklarını gördüğümde insanlığımdan utanıyorum.
Heyhat, insan bu meçhul...
Ne demişti Fransız doktor; “TOPLUMDA DAHA RAHAT YAŞAYANLAR: BENCİL, YALANCI, SAHTEKÂR VE BAĞNAZ OLANLARDIR.”
Ben de bu konuya, harika bir Alman atasözü ekleyeyim mi?
“VAAZI TİLKİ VERİYORSA, KÜMESE GÖZ KULAK OL.”