KALEMİM KONUŞTUKÇA/Gerçek bir hikaye…
Ahmet, bizim gazetenin en eskisi idari bölümde ki Cemal’in yanında muhasebe işlerine yardım eden 26 yaşlarında yakışıklı, temiz yüzlü bir delikanlı. Memleketi Kahramanmaraş...
Çalışan evlatlarımla sağdan soldan konuşurken, bir bilgisayar operatörüne gereksinim olduğunu söyleyince, balıklama atladı, Ahmet denen çocuğumuz.
- Ağabey benim bir arkadaşım var. Sana getireyim, bir konuş.
- Tamam çocuğum.
İki gün sonra odaya başı bağlı, eli yüzü temiz, pırıl pırıl, güzel bir kızcağız girdi. Yanında da Ahmet.
Bu muhafazakâr, dinine, diyanetine bağlı kızımızla anlaştık. O’nun da adı, Sevgi ...
Ben türban ve başörtüsü konusunda koparılan fırtınalardan çok üzülen bir insanım ve politik bir simge haline getirilmemek kaydıyla, başörtüsüne asla karşı değilim. Bu insanın kendi tercihidir. Dediğim gibi, bir simge ve sembol olmadığı ve din sömürüsü haline getirilmediği sürece...
Nitekim Sevgi, altı-yedi yılı bulan işbirliğimiz içinde çağdaş bir insana yakışan edep ve terbiye ile başörtüsünün bir tercihten ibaret olduğunu bize ispatlamış, anlayış ve sosyal ilişkiler açısından hiçbir eksiklik göstermeden ve üstüne üstlük sempatisi ve sıcaklığı ile tüm çalışanların beğenisini kazanmıştır. “Keşke her başıörtülü insanımız Sevgi gibi olsaydı, ülkemizde ve dünyada bu polemik yaşanmazdı” dedirtmiştir.
Ve de özellikle idarede çalışkan kızım Rüya ile olan dostlukları ve can arkadaşlıkları ile gurur duyuyordum.
Neyse biz gelelim konumuza.
Patron herşeyi bilir, herşeyi duyar ya. Bir süre sonra, bu iki genç arasında duygusal bir bağ olduğu kulağıma geldi. Yani Sevgi’yı bana getiren Ahmet ile. Platonik bu aşk hoşuma da gitmedi değil. Yakışan bir çift olarak görüyordum onları. Ahmet’in askerliği var, dönüşünde aileler devreye girecek ve hayırlı bir sonuca bağlayacaklar. Şimdilik bu ilişki, işyerinden Sevgi’nin evine kadar yürüyüş ve zaman zaman geceleri gizli telefon görüşmeleri ile sürüyor.
Aradan bir süre geçti. Bir sabah gazeteye geldiğimde baktım iki kızımda da bir panik. Bir oraya, bir buraya. Sevgi alı al, moru mor. Rüya’nın sanki kafasına taş düşmüş. Biraz sonra kapı çalındı, ikisi süklüm püklüm karşımda.
- “Hayırdır”, dedim.
Rüya başladı anlatmaya.
“Biliyorsunuz, Ahmet bu sabah askere gidiyordu. Sevgi ile dün gece iki üç kez telefonla görüşmüşler ancak sabah Ahmet otobüse binerken evden bir kez daha Sevgi’yı aramış konuşmuşlar ancak tam görüşme sırasında hatlar kesilmiş, Ahmet telefon pat diye kesildiğinden hemen evi aramış heyecandan mı, telaşdan mı neden bilinmez telefon açılır açılmaz karşıdan gelen sesi duymadan ‘Sevgi, Sevgi telefon kesildi’ demiş. Demiş ama, karşısına çıkan Sevgi değil, babasıymış. Evde kızılca kıyamet kopmuş.”
Türk’ün örf ve âdetinin katı bir uygulayıcısı olan baba, Sevgi’ye çıkışarak iş yerine gelip, patronu ile tanışacağını ve patronundan (yani benden) bu konularda bilgi alacağını, ona göre de kararını bu tahkikatın sonunda vereceğini söylemiş ve hatta sabah benim gazetede olup olmadığımı, çok erken bir saatte sormuş ve Rüya’dan benimle görüşmek için randevu almış.
Şimdi bu iki kızımın telaşının nedeni anlaşıldı. Ben Sevgi’nın babasına açık vermemeliydim ve yalan söylemeliydim. Hele ki, Ahmet’in “A”sından bile konu etmemeliydim. Gazete ve çevresinde ne kadar “A” varsa hepsini yok etmeliydim.
Öğle saatlerinde odanın kapısı açıldı, içeri enine boyuna bir adam girdi. 45-50 yaşları civarında. Aslan gibi bir adam. Elini uzattı. “Ben Sevgi’nın babasıyım” dedi. Adam, “Ben Sevgi’nın babasıyım” der demez, adamı kendime çekip kucakladım ve “Kardeşim seni alnından öperim böyle bir evlat yetiştirmişsin. Niçin bana gelmeni bu kadar çok geciktirdin. Ben de, seni merak ediyordum. Bravo doğrusu sana. Seni tebrik eder ve kutlarım. Bu Sevgi bir pırlanta. Allah bütün kullarına böyle evlatlar nasip etsin” dedim.
Heyecanla gözlerim dolu, dolu... Ama inanın içtenlikle yaptım bunu. Çünkü o an düşündüm. Gerçeğin bilinmesi yalnız bu iki insanı değil, bütün onları tanıyanların yüreğini yaralayacaktı. Bizim yüreğimiz yaralanırken, Sevgi ile Ahmet’in yürekleri kanayacaktı.
O dev adam, koltuğa bir yığıldı ki sormayın. Adeta küçülüverdi. Tık yok. Ben hemen şoke olmuş rakibimin karşında ataklarımı sürdürüyorum. “Maşallah ne kadar da genç kalmışsınız, niçin erken emekli oldunuz” gibilerinden, konuyu sulandıran bir sürü sorular.Adamcağız bu kez koltukta oturuyor oturuyor ama inanmayın, sanki ringin ortasına yatıp nakavt olmuş boksör gibi. Nakavt olmuş ama o kadar mutlu ki, evladı hakkında duyduğu güzel ve anlamlı sözler gözbebeklerini parlatmış.
Hani hesap soracaktı, “Mesai kaçta başlar, kaçta biter” diye, sormuyor bile...
Yüzünde gülücükler, gönlünde huzur bana veda ederken, nasıl sarılıyor boynuma... Gider, gitmez tabii, bir o kadar da, Rüya, Sevgi, Ahmet ve bütün kadro...
Şimdi kötü mü oldu? Bir pembe yalan, bir pembe yuva yarattı. İki güzel insan, bu heyecanlı ve gergin günlerin sonunda aynı yastığa başkoydu.
Tanrı bir yastıkta kocatsın...
Bakın pembe yalanla yuva kurduk. Ne iyi oldu.
Ya şu aşağıdaki fıkrada kocanın yaptığı gibi bir “karayalan” söyleseydik ne olurdu?
“Genç adam karısına telefon açmış ‘patronla hafta sonu balığa gidiyoruz, bavulumu hazırla ve lütfen ipek pijamalarımı da koy’ demiş.
Karısı mızmızlanmış, adam da ‘patronla samimi olma fırsatını kaçırmayalım’ demiş.
Haftabaşı dönünce karısı sormuş;
- Nasıl, çok balık tutabildiniz mi?
- Evet, balık çok boldu, patron çok memnun oldu ve samimiyetimiz arttı. Herhalde beni yakında genel müdür yapar. Yalnız karıcığım bavula ipek pijamalarımı niçin koymadın?
Karısı cevap verir;
- Koydum kocacığım, koydum da balık takımlarının içine koydum.”
İsterseniz evlilikle ilgili bir başka fıkra ile bu konuyu noktalayalım...
“Yahudi arkadaşına gitmiş ‘Evleneceğim iki aday var. Biri çok zengin çok parası var ve dul ancak onu sevmiyorum.
İkincisi çok fakir ama çok güzel, onu da çılgın gibi seviyorum. Ne yapayım?”
Arkadaşı ‘Kalbinin sesini dinle, ikincisi ile evlen’ demiş.
‘Haklısın ben de öyle yapacaktım’ diye yanıtlayınca, arkadaşı; ‘O halde açıkta kalanın bana adresini ver.”